Pazartesi, Eylül 12, 2011

Bir Filmin Çağrıştırdıkları: Haneke ve Yedinci Kıta

1942 doğumlu Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, filmlerinde “Batılı insanın soğukluğu”nu teşhir etmeyi amaçlar; bu soğukluğun ortasında büyüyen anlamsızlığı ve bu anlamsızlığın ortasındaki çırpınışı. Haneke bu olguya ”buzlanma” (glaciation) ismini verir ve bu doğrultuda üç film çeker: “Kent Üçlemesi”[1].



Viyana Üniversitesi’nde psikoloji ve felsefe eğitimi alan yönetmen, diğer meslektaşlarından farklı olarak insanı uyutmaktan ziyade uyarmayı seçiyor. Bunun için de seyirciyi mümkün olduğu kadar rahatsız etmeyi amaçlıyor. Sinemaya hoşça vakit geçirmek için giden insanların seçeceği türden bir yönetmen değil Haneke.

Haneke, akranı olan hemşehrileri gibi filmlerini hem yazıp hem yönetiyor. Yedinci Kıta, onun ilk sinema filmi. Haneke filmlerinde birey ve toplum yaşamına dair tahrik edici eleştiriler yöneltir, hiçbir hazır reçete sunmaz.



Avusturya’nın bu en çok saygı duyulan ve en aykırı yönetmeni, “Buzlanma Üçlüsü” de denen filmlerinin ilkinde “konformizmin bedeli”ni ve “zihinsel bönlüğün” insanı nerelere getirebileceğini anlatmak istemiş. Yedinci Kıta, bütün fakir ulusların gıpta ile bakacağı Batılı şehirli orta sınıfın (burjuvanın), kusursuzca düzenli yaşantısını bir “tavuk kümesi” gibi göstermeyi başarmıştır. Uzun uzadıya gösterilen kahvaltı sahneleri ile bu sınıfın "yemlenme" saatini gözümüze sokmaktadır adeta. Yemlerin çeşitliliği ve kalitesi bütün aç ulusların gözünü kamaştıracak ölçüdedir.



Batı toplumlarını saran “meta fetişizmi” merkeplerin burnuna sürücüsünün havuç tutmasına benzer. Bu sayede, sistemin basit bir çarkı hâline gelmiş ve ancak bu sisteme katkısı derecesinde değerlenen, en nihayet bu katkı ile tanımlanan, yani giderek kendi “anlam” bağlarından soyutlanmaya başlayan eğitimli orta sınıf şehirli insanın trajedisidir bu. Sistem, insanları kolay yönetebilmek için önce aşırı “bireyselleştirmek” (individualization) zorundadır; daha sonra da onun “bireyleşme"sini (individuation) yok etmek.

Aşırı bireyselleştirmek, onun sistem dışındaki kaynaklarla olan bağlarını (aile, büyük aile, küçük grup, ırk, sınıf, inanç, ideoloji, vs.) kopararak diğeriyle “kaynaşma” yetisini törpülemek için; bireyleşmesini tersine çevirmek ise (deindividuation; kimlik kaybı, anonimite)bu kez onun şahsiyetini (kimliğini) törpüleyerek üretimdeki verimini korumak için gereklidir. Ancak bireyin bu “kimlik kaybı”, geleneksel toplumlardaki gibi büyük grup içinde sıcak bir kaynaşma yoluyla değil, daha farklı, modern ve daha soğuk bir biçimde gerçekleşir; buna aslında bir çeşit gizli faşizm gözüyle bakabiliriz.



İlk kimliksizleştirme çeşidi umutsuzluğu barındırmaz, ama ikincisine zorunlu bir biçimde eşlik eder. Bireyleşmenin sona ermesi, yani “varoluşsal atalet”in doğal sonucu olan ve sanayileşmiş Batı Avrupa ülkelerini kasıp kavuran bireysel bunalıma ilâç olarak, sistem tarafından kısa süreli hazza dayalı motivasyonlar, bir anlam arayışının çok uzağında bulunan çeşitli hobiler ve günübirlik ilişkiler tasarlanmıştır.

Varoluşsal İntihardan Fiziksel İntihara

Filmde inisiyatifi elinden alınmış, sistemin kendisinden bekledikleri dışında hiçbir edimi olmayan, yani varoluşsal olarak “çoktan ölmüş” bir aile ele alınmıştır.



“Varoluşsal intihar”ın fiziksel intihara dönüşüm süreci anlatılırken, varoluşsal ölümün can sıkıcılığı seyirciye iyiden iyiye iletilir. Haneke’nin anlatımına alışık olmayan seyirciler filmin izlenmesi esnasında sinir krizi geçirebilirler.



Oldukça kaygı uyandıran bir gelişme olarak, intihar oranları son iki on yıl içinde ikiye katlanmış [2] ve gençler bugüne kadar hiç olmadığı kadar intiharı seçmeye başlamış durumdalar. Ev, araba, bilgisayar, cep telefonu, fotoğraf makinesi, play station ve daha kalitelisi, daha hızlısı, daha kapasitelisi, daha yenisi derken, adımıza ihtiyaç üreten sistemin önümüze döşediği yollardan kararlı, sabit adımlarla ve coşkuyla çıkarken, bu basamakların bitmesiyle coşkumuzun da, yaşam enerjimizin de sonuna gelebileceğimize dair o meş’um öngörünün gerçekleşmesi değil midir, refah toplumlarında intihar oranlarının yüksek olmasının sebebi?



Haneke, filmde metafor olarak “tavuk kümesi”ni değil “akvaryum”u kullanmış. Ancak akvaryum, üretim-sömürü ilişkisini açıkçası yeterince eğretileyemez (allegorizasyon). Sadece sistem içinde “hapsolunmuşluğu” remz eder. Bu hapsolunmuşluk mutlak bir “umutsuzluğu” barındırır. Çünkü akvaryum dışında hayat mümkün değildir. Bu nedenle filmde akvaryumun kırılma sahnesi, kritik sahnelerden biridir. Bu çarkı durdurmak, bu sistemden çıkmak, çırpına çırpına ölmek demektir. Gerçeğin yüzü bu kadar acımasız, çıplak ve soğuktur. Bu nedenle insanların çoğu, bu seçeneği düşünmeye cesaret edemezler. Filmdeki aile üyeleri bu “sistemden çıkma kararı”nı verdiklerinde ölümden başka çarelerinin olmadığını düşünürler. Ama bu gerçek, pek yalın olarak akvaryumun kırılma sahnesinde yüzlerine vurulur. Haneke, her bir balığın ölmesine uzun uzadıya yer vermiştir. Çünkü akvaryumdan çıkış ve bunun sonucunda gelen kaçınılmaz ölüm, ailenin aldığı kararın adeta simülasyon uygulamasıdır; orada ölen balıklar değil aile bireyleridir.

Babanın cümlelerinde ailenin en genç üyesi olan küçük çocuğun, ailenin kararını onayladığına dair bir ifade duyuyoruz. Bu yaştaki bir çocuğun bu kararı anlama ihtimalinin bile bulunmaması, akvaryumun kırılma sahnesinde net olarak ortaya çıkıyor. Çocuğun, akvaryumun kırılmasına gösterdiği tepki, aslında ailenin aldığı kararı reddetmesinin bir simgesidir. Çünkü o yaştaki bir dimağda “umutsuzluk” ve “intihar” düşünceleri barınamaz. Ancak intihar eden ana-babaların, önce çocuklarını öldürmelerine de az rastlanmaz. Kendilerinin terk ettiği bu soğuklukta, çocuklarını bırakmaya gönülleri razı olmaz, onları da birlikte götürmeyi tercih ederler. Filmde ebeveyn, çocuklarının verilen kararı anladığı ve onayladığına dair bir rasyonalizasyon yapmak zorunda kalmıştır.

Mekanikleşmiş Hayat, Şizoid Bireyler

Filmin vurguladığı diğer önemli bir konu da refah toplumlarında ilişkilerin giderek mekanikleşmesi ve hem aile içinde hem de toplumda “şizoidi”nin [3] artmasıdır. Özellikle Endüstri Devrimi’ni en erken gerçekleştiren İngiliz toplumunda şizoidinin süratle büyüdüğünü deneyimli psikoterapistler ifade ediyorlar. Filmdeki araba yıkama sahneleri şizoid aile vurgusunun arttığı sahnelerdir. Araba yıkama sahnelerinde aparatların mekanik işleyişine filmde fazlaca vurgu yapılması, “ilişkilerin mekanikleşmesi”ne de bir göndermedir.

Filmde Haneke insan yüzlerinden ziyade nesneleri gösterir. Bu, özellikle başlangıçtaki ev sahnelerinde daha belirgindir. Sanki oyuncuların yüzü (kimliği) yoktur. Sanki başrolde olanlar nesnelermiş gibi veya böylesi bir tarz-ı hayatta nesnelerin de artık “nesneleşmiş insan yüzleri”[4] kadar önemli olduğunu vurgulamak istermiş gibi. İnsanlar arası ilişkilerde duygunun giderek içe çekilmesi, bir çeşit “duygusal buzlanma” yaşanması şizoidinin ana karakteridir. Bu karakter yapısına uygun olarak filmdeki mektuplarda duygulara hemen hiç yer verilmemiştir. Bu mektuplarda, aile adeta kendi fiziksel durumu hakkında ebeveyne rapor vermektedir sadece. [5]

“Yüzünü yitiren insanlar”a benzeyen yerler de vardır. Onlar da yüzlerini (kimliklerini) yitirmişlerdir. Onlar artık “mekân” olarak adlandırılmaya lâyık değillerdir; bu yüzden belki onlara lâ-mekân diyebiliriz. Otoyollar, dinlenme tesisleri, hipermarketler, otel odaları, ATM kulübeleri, bekleme salonları, trenler, uçaklar vs. İnsan umutsuzca buralara anlam izafe etmeye çalışır, oysa buralar “isimsizliğin”, kimliksizliğin yerleridir; orada herkesin ismi aynıdır: yolcu, müşteri, kullanıcı, seyirci vs. Geleneksel insanın yolu pek nadiren düşerdi buralara, ama modern insanın neredeyse ömrü buralarda geçmekle kalmıyor, evi bile giderek böyle bir yere, “isimsiz bir mekân”a, yani lâ-mekâna dönüşüyor. [6] İnsan da bu dönüşüm nispetinde yersiz, yurtsuz, evsiz, vatansız, isimsiz, kimliksiz bir nesneye dönüşüyor. İnsanın ve mekânın, paralel olarak insan ve mekân olmaktan çıktığı toplumlarda şizoidler yollarını daha fazla kaybedeceklerdir, çünkü onların zaten nesnelere anlam izafe etme ve bu yolla hayata kement atma sorunları vardır.

Haneke’nin araba yıkama sahneleri bireyin rutin içinde kayboluşunu, bireyin hayatının tümüyle rutine dönüşmesini, dolayısıyla birey olmaktan çıkışını (deindividuation) da anlatmaktadır. Kendisi de, çevresinde dönen mekanik ilişkiler ağının mekanik bir öğesine dönüşmüş durumdadır. Bu “anonimlik”, bu isimsizlik, intihara kadar varan sinirsel buhranların kaynağıdır.

Toplu intiharı tercih eden ailenin yaşlı ana-babası filmin sonunda olanlara inanamıyor ve “inkâr” yoluna gidiyor. Polise bunun bir cinayet olduğunu ifade ediyorlar. Aslında bu inkâr, sistemi oluşturan insanların her dem ihtiyaç duydukları ve anlamsız yaşantılarını sürdürebilmek için sürekli kullanmak zorunda oldukları aynı ilkel savunma mekanizmasıdır ve kendi kültürümüzde “gaflet” terimiyle özetlenir.

Hatıraların Yok Oluşu ve Acı


Tümüyle fiziksel ihtiyaçlar ve fiziksel korunma üzerine inşa edilen bir tarz-ı hayatın, Maslow’un “ihtiyaçlar piramidi”nde yükselmesi, demek ki, doğal bir süreç değildir. Kimi yaşamlar daha erken dönemlere saplanır ve yukarıya tırmanamaz. Kendisini, kendi varlığını aşan bir bütünün parçası olarak idrak edemez. Kültürün bu saplanmada rolü oldukça büyüktür. Kimi kültürler, piramidin üst katlarına çıkışı kolaylaştırır, kimi kültürlerse ket vurur. Sistem ise üretime engel olacak kaynaşmalara hoş gözle bakmaz.

Haneke tavuk kümesi (veya akvaryum) metaforunu abartıyor; son demlerinde iletişimsizliği seçerek telefonu açık bırakan aileyi, telefon görevlileri derhâl gelerek uyarıyorlar: “Bunu yapmaya hakkınız yok.” Ailenin intiharını onaylamayan seyirciler bile burada baba ile empati kurarak onun sıkıntısını hissediyorlar. Haneke bu sahnede seyirciden, sistemin bu “talepkâr” ve “müdahaleci” tutumunu protesto etmesini bekliyor.

Filmin sonuna doğru Haneke’nin vurgusu şiddetleniyor. Tüm aile elbirliği ile geçmişlerini yok etmeye başlıyor. Göçüp gittikten sonra kendilerinin anılması, resimlerine bakılması, anlamsızlık batağına düşmüş bir ailenin umurunda olur mu? Aile tüm resimleri, müsveddeleri, mobilya ve giysileri, duyarsız bir ifadeyle yok ediyor. Ama seyirci kendisini rahatsız eden bir “şiddet” algılar bu sahnelerde. [7] Belki de kendi “dokunulmazlar”ına dokunulduğu içindir bu rahatsızlık algısı.

Yeryuzunde adim atiyor olmak sizoidler icin "yakici" bir duygudur. Bu yanma hissini duymamak icin kendilerini bir duzeye kadar uyusturmak zorundadirlar (disosiyasyon). Bazilarinda bu rahatsizlik o kadar yuksektir ki, sadece attiklari adim degil, bu adimlarin biraktigi iz bile onlari rahatsiz eder. Onlarin gizli fantezisi yeryuzunde iz bırakmadan, bir hayalet gibi dolasabilmektir. Filmdeki ailenin esyalari yok etme cabasi, dunyaya karsi bir "ofke" ve "intikam"dan ziyade, bu hassasiyete baglı olmalı. [7]

Şizoid birey kendi yaşantısına gerçek kement atamaz, “mış gibi” yaşar. Nesnelerle/şahıslarla “anlam bağı”nı kuramaz. Bu nedenle zihninde kalan hatıralar da azdır zaten. Daha dün doğmuş gibidir. Bu hatıraların kalıntıları olan eşya da onun için fazla bir anlam ifade etmez. Sevdiğini/sevmediğini gerçekten hissetmez, sevmesi/sevmemesi gerektiğini düşünerek ilişkilerini “ayarlar”. Bu nedenle geçmişi silip atması genellikle kolaydır. Hatta yaşamı boyunca farkında olmadan bunu birkaç kez yapmıştır.

Ne açlık ne de fiziksel acı, en çok “umutsuzluk” insanı “intihar”a sürükler. Film, Goebbels’in İkinci Büyük Savaş’ın sonunda eşi ve altı çocuğuyla birlikte filmdekine benzer bir biçimde zehir içerek intihar etmesini hatırlatıyor. Goebbels ve ailesi için artık kendi anlam örüntülerini uygulayacakları bir dünya kalmamıştı. Sadece yaşanacak büyük acılar kalmıştı onlar için. Filmdeki aile de, sureta onlardan ne kadar farklı olursa olsun, geliştiremedikleri bir anlam dizgesinin yokluğu ve anlamsız bir hayatı yaşamak zorunda kalışlarından kaynaklanan büyük bir acıyla benzer bir sona sürüklenmiş olmalı. Şizoid hastalar dış dünyada duygudan yoksun gibi görünseler de, içlerindeki derin yaradan kaynaklanan büyük bir acıdan bahsederler. Üstelik bilinçdışı ve büyük bir “öfke”, bu yaranın üzerinde gezinerek bu acıyı daha da artırır.

Haneke sık sık “yakın çekim”lerle bu aileye zum yapar. Yakın çekimler bireyin bütünlüğünü bozar ve onu vücut parçalarından ibaretmiş gibi gösterir. Hayatından anlamın çekip gittiği kişiler, zaman zaman kendilerini “vücut parçaları”ndan ibaretmiş gibi görmeye başlar. Bu, “kendilik” adı verilen gestaltın, bütünleme fonksiyonunu icra edemediğini ve dağılmaya başladığını gösterir. Zum yaptığı şahsın, insanlıktan uzaklaştığını, şeyleştiğini hissettirmek istemiş olmalı Haneke. Ayrıca yakın çekimler, bu aileyi sanki mikroskop altına alarak “tahlil” ediyor izlenimi de veriyor.

Filmin eklemli bir yapısı olduğundan bahsedilemez; “doğrusal bir anlatım”ı da yok. Öyle ki filmin tatmin edici bir özetini yapmak imkânsız gibi. Filmin “antipsikolojik” karakteri üzerinde de durulmalı. Yani bu yazıda yaptığımızın tersine, aslında Haneke bize “psikolojik tahlil” yapabilmemiz için hiçbir ipucu vermemeye çalışıyor. Boşlukları seyircinin doldurmasını istiyor. Seyirciyi, Holivud filmlerindeki gibi duygusal bir bombardımana tutmanın tam tersine, sahnelerdeki duygulanım azlığı, seyircinin kendi duygularını karakterlere projekte etme imkânı sağlıyor. Yani karakterler adeta yarım bırakılarak, bunu seyircinin tamamlaması istenmiş. Film "projektif test" niteliğindeki sanat eserlerinden. Seyirciden istenen bu çalışma, Holivud pasifliğine alışmış olanlar için dayanılmaz ölçüdedir. Böylece seyircinin aktif olarak oyuna dâhil olduğu, karakterleri kısmen belirlediği ve asıl önemlisi kendisinin bir parçasının “aktif olarak sahnede” olduğu bir durum oluşturulmuştur.

Şehirde yasayan insanlar neden giderek daha fazla birbirlerinden uzaklaşıp, duygusuzlaşır? Haneke’nin deyimiyle duyguları buz tutmaya başlar. Sorun şehirde midir? Muhtemelen değil, çünkü şehir binlerce yıldır insanlığa eşlik ediyor. Sorun kalabalıksa, 900 yılında Bağdat’ın nüfusu 1,5 milyon civarında idi. Haneke filmde sadece durumu tasvir etmekle yetinmiş, ne nedenlere ne de çözümlere dair bir gönderme yapmamış. Yine seyirciyi çalışmaya, aramaya sürükleyen, onu kolaycılığa itmeyen bir tavrı benimsemiş. Ama “inkâr”ı yoğun şekilde kullananlar, durumun bu kadar yalın, çıplak ve can acıtıcı bir biçimde yüzlerine vurulmasına ihtiyaç duyuyor olabilir. Ancak hâlâ kısmen “kolektivist” bir toplumsal kodun geçerli olduğu ülkemizde, filmin algılanması o kadar kolay olmayabilir.

Dr. Ahmet Corak
Marmara Un.

---------------

[1]. Yedinci Kıta (Der siebente kontinent, 1989), Beny’nin Videosu (Benny’s Video, 1992) ve Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası (71 fragmente einer chronologie des zufalls, 1994)’ndan oluşan üçleme, kentli orta sınıfın anlamsızlık batağında çırpınışını ele alır.

[2]. Uzun süre Sovyet ateizminin hüküm sürdüğü ülkelerin intiharda dünya şampiyonu olması [Litvanya (42), Rusya (40), Beyaz Rusya (35), Estonya (29), Kazakistan (28), Ukrayna (26), Macaristan (27)] ile İslâm ülkelerinde bu oranın sıfır veya sıfıra çok yakın olması [İran (2), Kuveyt, (2), Mısır (0), Ürdün (0)] kultur/inanc ile intihar arasındaki baglantıya dikkati çekiyor.

[3]. Şizoid, gündelik hayatında, dış dünyada, duygusal ve yakın ilişkilere giremeyen, karşısındakinin duygularını metabolize edemeyen, bütün hayatı karşısındakiler ile arasındaki mesafeyi ölçerek ayarlama ve onu koruma çabası içinde geçen, hayat ile anlam bağını yeterince kuramayan bir bireydir.

[4]. İnsan vücudunda ancak yüz, onun kişiliğinin, kimliğinin, kendiliğinin bir temsilcisi olabilir. Yüz adeta “res cogitans”ın, geri kalan (görünen) azalar ise “res extensa”nın alanına girer. Duygudan arınmış yüzler vardır; artık şeyleşmişlerdir. Şeyleşme (reification), insanın, insani tarzda değil, şeylerin kanunlarına uygun davranmaya doğru dönüşmesi ile ortaya çıkar ve kapitalist üretim biçiminde had safhaya varır. Böyle bir toplumda, plânlayıcı, toplumu bir fabrikanın bant sistemini dizayn edercesine plânlar. Yani üretim araçları toplumsal ontolojinin yerine geçer. Böyle bir toplumda (!) tüm bireyler (!) üreten/üretilen metalara dönüşmüştür (reification).



Filme mekân olarak da yüzü (kimliği) olmayan, yabancılaşmış bir endüstri kenti, Linz'in seçilmesi rastlantı olmamalı.

[5]. Duygular içe çekildikçe dış gerçeklik (ve anlam) vurgusunu yitirir ve iç gerçeklik daha ön plâna çıkmaya başlar. Dış gerçeklik (dolayısıyla ilişkiler) daha silik ve anlamsız, iç gerçeklik daha renkli ve parlak, yani sanki daha gerçektir. Üçlemenin diğer filminde Beny’nin söylediği gibi “Dış dünyaya bir ekrandan bakmak daha sahici gibi” olur. Bu filmde Beny, "acaba nasıl oluyor" diye sırf merakından bir kızı öldürür. Çünkü şizoid bireyler duygusal gerçek tecrübeler açısından 2 yaşındaki çocuklara benzerler. ABD’de uzun yıllar önce yakalanan bir seri katil, öldürdüğü insanların cesetlerinin yanına uzanmaktadır (cinsellik olmaksızın). Bu hâl, katilin insanlardan çok uzak olan dış gerçekliğinin aksine, kendi iç dünyasında onlara yakınlaşabilmek için ne büyük bir özlem içinde olduğunu, ama bunu dış dünyada bir türlü başaramayışını, ancak ölü bir insanla yan yana uzanmayı başarabildiğini bize gösteriyor. Bu tür bireyler yaşantılamalarını (deneyimleme; experiencing) iç dünyalarında gerçekleştirmeye çalıştıklarından, dış dünyadaki herhangi bir nesneye duygusal açıdan yaklaşma konusunda hiç bir zaman ilerleme katedemezler; yani bu açıdan duygulanımsal (affective) yaşları 2'yi geçemez. Beny de bütün vaktini kapalı bir odada, monitörlerin karşısında geçirmekte, dış dünyaya genellikle “soğuk bir ekranın arkasından” bakmayı tercih etmektedir.(Örneğin fotoğrafçılık şizoid hastaların gözde uğraşlarından biridir). Böylece kendisini korkutan sıcak ilişkilerden uzak, insanlara kendi kontrolü altındaki bir mesafeden bakabilmektedir. Bu tür bireylerin güvenliğini tehdit eden en önemli olay bu mesafenin kendi kontrolleri dışında kısalmasıdır. Bu nedenle bütün ömürlerini bu mesafenin bilinçli monitörizasyonu ve kontrolü ile geçirirler.

[6]. İnsanlar, buralarda ruhunu kemiren sancıyı genellikle tahlil edemez. Çogu buralardan carcabuk gecerler. Buralarda bulundukları muddetce, kendilerini korumak uzere, histerikler disosiyasyonu, obsesifler izolasyonu kullanma eğilimindedirler. Beklemek zorunda kalanlar iç dünyalarına kaçarak korunmaya çalışırlar. New York'ta, metroları, bu "la-mekani" kasvet havasından kurtarmak için Belediye denetiminde "Yeraltı Müzik Projesi" gibi etkinlikler sergileniyor. Ancak özgün kahve mekanlarının Starbuckslaşması, şahsiyetsiz, standart yerlere dönüşmesi de buna paralel ilerliyor. Fakat en dramatik gelişme insanların evlerinde yaşanıyor. Bu evler giderek daha fazla "garsoniyer"e benziyorlar.

[7]. Ofke, zannedildiginin tersine sizoidlerde de mevcuttur, fakat daha derinlerde gizlenmistir.

Resimler: Tetsuya Ishida
Diger resimleri icin bkz:
http://www.toxel.com/inspiration/2008/11/07/incredible-paintings-by-tetsuya-ishida/

Toplam Sayfa Görüntelenme Sayısı