Cuma, Ekim 13, 2023

BU YÜZYILIN HASTALIĞI “BİLGİ BOZUKLUĞU ” ve YANKI ODASI


2018’de yapılan bir araştırma,
[1] düzmece bir habere maruz bırakılan seçmenlerin sahte  anılar oluşturabileceğini ortaya koymuş, fakat elbette bu haberin, deneğin siyasi görüşüne uygun olması gerekiyor. Bu araştırma, iyi bildiğimiz, insan zihninin, “mevcut verileri pekiştirmek üzere” çalışma eğilimine uygun görünüyor. Zihnimizin en temel özelliği entegrasyondur. Özellikle de benzer verileri organize eden entegrasyon tarzı, kişiliğimizin kurulmaya başladığı daha ilk aylardan itibaren ortaya çıkan en önemli zihinsel aktivitedir. Hep benzer verilerin pekiştirildiği yeknesak bir yapı oluşturma riski taşıyan bu eğilimin karşısında, bebek, çocuk ve gençlerin zihinlerinde, çok kuvvetli bir motivasyon olan “merak” bulunur. Bu motivasyonu büyük oranda kaybeden bazı yetişkinlerde “mevcut verileri pekiştirme” eğilimi kontrolsüz kalarak “dışa kapalı sistemler” oluşturmaya başlar.

Bu pekiştirme eğilimi özellikle sosyoemosyonel alanlarda, çok daha rijid olarak karşımıza çıkar. Bu durumda bir toplumu manipule etmek isteyen birileri varsa, o toplumda mevcut ideolojileri sosyoemosyonel alana taşımak, “kapalı sistem” oluşturma eğiliminde olan bireylerin hem sayıca artmasına, hem de kapalı sistemlerin çok daha “sızdırmaz” birer fanusa dönüşmesine sebep olacaktır. Bu durumda bu sızdırmaz kapalı sistemleri manipüle etmek, kutuplaştırmak, istenen yönde kanalize etmek sadece malumat (enformasyon) akışı ile ilgilidir. Çağımızın ise, “malumat tedariki” açısından oldukça özel bir evreye girmek üzere olduğu biliniyor. Günümüzde milyonlarca insanı aynı anda etkileyebilecek kritik haberleri düzmece olarak üretmek ve hedef kitleye ulaştırmak üzere, hiçbir devirde olmayan araçlar üretilmektedir. Bu üretim sürecindeki “işçilik” kısmı için ise insan emeğine duyulan ihtiyaç minimuma inmek üzeredir. Bu tarz manipülasyonlar sonunda, insandaki mevcut “pekiştirme eğilimi”nin, gerçeği gözardı eden bir çılgınlığın sınırına bizi getirebilmesi artık mümkün görünüyor. Ülkemiz ise maalesef, bu çılgınlık senaryolarının denenebilmesi için oldukça uygun bir laboratuvar ortamı sunuyor.

Bahsi geçen araştırmada, bir kürtaj referandumu vesilesiyle üç binden fazla seçmene, bir aday aleyhinde altı adet uydurma haber metni gösterilmiş ve seçmenden, adayın bu sözde skandallarını duyup duymadığı, özellikle hatırladığı bir şey olup olmadığı sorulmuş. Olaylar uydurma olmasına rağmen, katılımcıların neredeyse yarısı bu olayları (en az birini) hatırladıklarını söylemişler. Hatta birçok seçmen, habere ilişkin çok sayıda ayrıntıyı o an zihninde üreterek “hatırlamış” (!).  

Birçok katılımcıya haberin uydurma olduğu söylenmesine rağmen, bu katılımcıların olayları yine de yanlış hatırlamaya devam ettiği gözlenmiş. Yani zihin, gerçek olmadığını öğrense bile, kendisine uygun veriyi kolay kolay bırakmak istememiştir. Demek ki birinci şart, üretilen yalanın o zihne (dünya görüşüne) uygun olması gereğidir. Zihin kendisinde bulunan verileri pekiştirme fırsatını kaçırmak istemeyecek ve bu yeni veriyi yalan-doğru demeden alma eğiliminde olacaktır. Çünkü, işin ilginç tarafı, deney öncesinde bu haberlerin düzmece olduğu kendilerine söylenen adaylar bile, bu tür sahte anıları üretmişlerdir. Zihnin bu cazibeye karşı koyamadığı ve gerçeği hemen feda ettiği anlaşılıyor. Buradaki cazibe “kendi bilgisini pekiştirme” cazibesidir (confirmation bias). Pekiştirme eğilimi evrenseldir, ancak “haklı olduğu”na dair inancı kuvvetli olanlarda bu eğilim, çok daha güçlü bir biçimde ortaya çıkar. Bu haklılık ve hak etmişlik hissi ise narsisistlerde adeta hezeyan derecesindedir. Fakat eğilimin evrensel olduğunu, narsisistlerle sınırlı olmadığını güçlü bir biçimde vurgulamazsak, vahametin derecesini anlatmak mümkün olmayacaktır.

“Haklı olduğu”na dair inancı kuvvetli olanlarda (motivated reasoning) pekiştirme eğiliminin çok daha güçlü bir biçimde ortaya çıkacağını söylemiştik. Görüşlerini şahsileştirenler, basit bir münazarayı bir kimlik savaşına çevirirler.  Dolayısıyla bir toplumu manipüle etmek için gerekli olan çalışmanın, siyasal görüşlerin daha fazla şahsileştirilmesini içermesi gerektiği anlaşılıyor. Görüşler şahsileştirildikçe, karşıt görüşleri, şahıslarına yapılan bir saldırı olarak görme eğilimi, kişilerde giderek artar. Bu durumda görüşler beynin sosyoemosyonel alanları tarafından daha fazla işlenmeye başlayacaktır. Bu olgu, basitçe fanatikler üretmenin çok daha ötesindedir. Çünkü normalde fanatikler çoğunlukla toplumun alt sosyokültürel tabakalarına aittir ve etkinlik sahaları bu sebeple oldukça sınırlıdır. Oysa bahse mevzu yöntemlerle, üniversite profesörleri bile fanatik haline getirilip, birer “twitter canavarı”na dönüştürülebilmektedir.

Sosyoemosyonel terimi nörobiyolojide “diğeri karşısındaki duygusal konum”umuza atıfta bulunur. Diğeri bir veya birkaç kişi olabilir; bütün bir toplum olması gerekmez. Beyindeki sosyoemosyonel alanlar medial prefrontal ve orbitoprefrontal alanlardır (beynin ön ve iç bölgelerinin aşağı ve alt tarafları). Bu bölgelerde indî, enfüsî, şahsî konular işlenir. Dolayısıyla bu bölgeler, yakın ilişkiler ile ilgilidir. Nesnel, afaki mevzularda ise beynin dış bölgeleri daha önemlidir, örn. lateral prefrontal alan. Beynin her tarafı aynı yetenekte çalışmadığı için, bir alanda dâhi, fakat diğer alanda debil seviyesinde olmak mümkündür. Gündelik hayattaki ilişkilerini asla yürütemeyen dâhilerden sık sık bahsedildiğini duymuşuzdur. Bunları harcıalem konularda beynini kullanmaya tenezzül etmeyen çok zeki kişilerden ibaret sanmak çok yanıltıcı olur. Yakın ilişkiler konusunda başarısız olan dâhiler, isteseler bile şahsi, gündelik, ailevi konularda yeterli olamazlar. Nobel ödülü alan, fakat yakın çevresindeki basit problemleri çözmekten aciz insanların sayısı az değildir. Günlük hayatlarını, yakın ilişkilerini, ailelerini, sevdiklerini mahvetmiş, deha derecesinde zekaya sahip çok sayıda insan vardır. Çünkü bu iki alana dair veriler, beyinde farklı bölgelerde işlemlenir; bir bölgenin çok üstün performans sergilemesi, diğerinin de öyle olmasını gerektirmez. Bu sebeple, örneğin uluslararası ilişkilerde üstün nitelikleri olan bir yazar, şayet bu sahayı çok başarılı olmadığı sosyoemosyonel bölgeye taşır ve orada işlemlemeye başlarsa, kendisinden büyük hataların sadır olması kaçınılmaz olur.

İnsanların bir dünya görüşüne sahip olmasında, o görüşün doğru olduğuna nesnel olarak inanmaları kadar, şahsi faktörlerin de etkili olduğu bilinir. Şahsi faktörlerin etkisinin yüksekliği oranında, dünya görüşü ile ilgili malumat, beynin iç bölgelerinde işlenecek demektir. Bu beyin bölgesinin operasyonlarının temel özelliği ise nesnel prensiplerle kontrol edilmesinin imkansız olması, sözel kontrole uygun olmaması, çelişkilere izin vermesi, inkar, görmezden gelme gibi operatörlerle işlem yapabilmesidir. Demek ki insanları manipüle edebilmek için her şeyden önce dünya görüşlerinin bu beyin bölgesine kaydırılması gerekir. Diğer türlü insanlar sözel olarak dile getirebildikleri prensiplerinden taviz vermek istemeyecek, çelişkilere tepki gösterecektir. Böylece yutturulmak istenen malumatı, herhalükarda kontrol altında tutan filtreler uygulayacaklardır. Manipülatörlerin işini fevkalade güçleştiren de işte bu filtrelerdir. Manipülatörlerin, bu filtreleri işlevsiz hale getirmenin bir yolunu bulmaları gerekir.

Dış (lateral) alanın sorumlu olduğu bilişsel yetiler açısından başarılı olan katılımcıların sahte anı üretmeye daha yatkın olmadığı görülmüştür. Düşünceleriyle uyuşsa bile, yanlış bilgileri eleyebilmektedirler. Öyleyse manipülatörlerin doğal hedef kitlesi ötekiler olacaklardır. Çünkü kendi davranışlarını nesnel kriterlerle ölçmede çok başarılı değillerdir. Bu tür kişiler çekilip sürüklendiklerinin çok farkına varmazlar.

Bilişsel yeteneği daha iyi olanların ise, kendi şahsi tarafgirliklerini ve haber kaynaklarını sorgulama ihtimali daha yüksektir. Duygularının akışına sorgusuz kendisini kaptıran insanların tersine, duyguları üzerine düşünebilirler, onları tartmaya ve mukayese etmeye çalışabilirler. Düşünceleri üzerine düşünebilirler ve içinde bulundukları duygusal akışın dışına çıkarak, bu akışı gözlemleyebilirler. Bu yetilere metakognisyon (üstbiliş) ve mentalizasyon (zihinselleştirme) gibi isimler verilir.

Sahte anılarla hareket edebilme istidadında olan insanların var olduğu anlaşıldığında, bazı grupların bu imkandan faydalanarak insanları manipule etmeyi düşünememesi imkansızdır; özellikle de, dolaşımda bulunan haberleri olağanüstü inandırıcı hale getirmeyi mümkün kılan bunca araç elde mevcutken. Hele ki, yalanın sıradanlaştığı, liderlerin, gazetecilerin kolayca yalan söyleyebildikleri, geçimlerini bu yolla temin ettikleri bu devirde. Bir de üstelik, kandırılan kurbanın yalanı üretene değil de yalanı deşifre edene düşmanlık edeceği teknik olarak biliniyorken. Bu oyunu oynamak için uyduracağımız yalanların inandırıcı olması bile gerekmiyor. Tek yapılması gereken, bir kişinin dünya görüşünü destekleyecek söylentileri dolaşıma vermek. Ancak yerine getirilmesi gereken başka bazı şartlar daha var.

Bir başka araştırma,[2] kişinin kendi dünya görüşüne uygun bir yalan servis edildiğinde sorgulamadan inanması için iki faktör daha ekliyor. Kişinin tehdit algısı ve aynı yalana daha evvelden de maruz kalmış olması. Yani yalan tanıdık olmalı. Böylece “söylem”, “tehdit” ve “tekrar”dan ibaret üçlü bir formül elde etmiş oluyoruz.

Manipülatörlerin bir tehdit algısı (aşırı güvenlik eksikliği) oluşturarak önce zihinleri tava getirdikleri anlaşılıyor. Öyleyse yalanlar, ya tehdit algısı oluşturacak şekilde üretilecek veya tehdit algısına yönelik ikinci bir grup yalan ile birlikte dolaşıma verilecek demektir. Daha sonra yalana maruz bırakma miktarının yani tekrarın arttırılması gerekiyor. Bu iki şartı da yerine getirdikten sonra, yalanın üzerinde uzun uzadıya düşünüp, gerçeğe suretâ uygun olarak dizayn etmek bile gerekmiyor. Hatta bu yalanları artık botlar bile rahatlıkla üretebilir. Yapay zekanın geldiği son aşamada botlar, üretilen yalanlara sözde bir dayanak bulma konusunda insanlardan bile daha hünerli olabilecekler.

Teknolojik gelişmeye paralel olarak doğal çevresinden uzaklaşmaya başlayan insan, özellikle son dönemde, kendisini tabi-fiziksel çevresinden büsbütün koparabilecek, rakip bir çevre tarafından kuşatılmaya başladı. Fiziksel dünyaya önemli ölçüde rakip olmaya başlayan farklı bir çevremiz var artık. Daha “metaverse”ler bile inşa edilmeden, çevreler arası bu rekabetin hayli kızıştığı söylenebilir. Bu rakip çevreye “bilgi ekosistemi” diyebiliriz. Kararları almamızda, bilgi ekosistemi fiziksel çevremize göre, çok daha fazla etkili artık. Haliyle, insanları yönlendirmek isteyen mihraklar, dikkatlerini artık bu çevreye yoğunlaştırmış durumdalar. Bu ekosistem içinde trol çiftlikleri gibi farklı oluşumlar, yeni çalışma tarzları var; dezenformasyon artık bir iş kolu haline dönüşmüş durumda. 2020’de manipülasyon amaçlı dezenformasyon yapan 65 şirket tespit edildi. Bu şirketler 48 ülkede “hizmet alımı” yapmışlar. Filipinler’de dezenformasyon açıkça bir sektör haline gelmiş durumda.

Bu ekosistem içinde botlar, illegal örgütlerin kullanması için çok kullanışlı biyolojik silahlara benziyorlar. Geçen haftalarda İsrail’de deşifre edilen bir örgütün, bu tür botlar vasıtasıyla dünya çapında tam 30 başkanlık seçime müdahale ettiği ortaya çıkarıldı.[3] Dezenformasyon temelli istihbarat faaliyeti yürüten bu şirket, görev tanımını (!), dezenformasyon yaymak,  sosyal medya manipülasyonu,  psikolojik savaş,  aktif istihbarat, siber casusluk ve gözetleme için araçlar geliştirmek şeklinde belirtmiş.

Bilgi ekosistemi manipülasyonları açısından ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkeler maalesef en kırılgan konumdadırlar. Çünkü bu ekosisteme katılım hızı bu ülkelerde çok yüksek ve kontrolsüz ve buna nisbetle alınan önlemler yetersiz kalıyor. Batı’da, Harvard, Yale, M.I.T. gibi en seçkin üniversitelerdeki gelişmiş laboratuvarlarda sanal alem modellemeleri uzun bir süredir yapılıyor. Örneğin Makron’un Suudi Arabistan tarafından fonlandığına dair bir dedikodunun taraflarını ve kimlerle ilişkili olduklarını “twitter uzayı”nda görselleştirebiliyor, gruplaşmaları, kutuplaşmaları izleyerek, tarafların sosyodemografik verilerini toplayabiliyorsunuz. Dünyanın geri kalanı da, bu laboratuvarlara adeta sınırsız veri sağlıyor. “Medya manipülasyonlarından korunma” legal başlığı altında, söz konusu ülkeler manipülasyonun bin bir çeşidini ve her türlü dinamiğini keşfetme imkanı buluyorlar. Elde edilen bilgilerin, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda, diğer ülkeleri yönlendirmek için kullanılmayacağına inanacak kadar safdil olunabilir mi, hele ki manipülasyonlar bu kadar kolay yapılabiliyorken? Türkiye gibi merkezi konumu itibariyle her zaman göz önünde olan ülkeleri kendi haline bırakmaya gönülleri elverir mi?

Bilgi ekosistemi içinde dolaşıma sokulan ve alıcısı yani belli bir hedef kitlesi olan düzmece bilgiler virüslere benzetiliyor. Çünkü bunlar bir başkasına, yalana maruz kalan insanlar tarafından bizzat “bulaştırılıyor”. Bunlara mental virüsler diyebiliriz ve yayılarak sebep oldukları zararlı etkiler için de dijital enfeksiyon terimi kullanılabilir. Bunlar tıpkı bilgisayar virüsleri gibi elektronik bilgi-işlem ortamlarında yayılıyorlar. Fakat mental virüslerin çok daha büyük zarar verme potansiyelleri mevcuttur. Örneğin Kahramanmaraş depreminde dolaşıma sokulan “baraj patladı” yalanının sebep olduğu kitlesel panik hali hafızalarımızda henüz çok taze. Farklı ülkelerden dört sahte hesap tarafından 30 bin tweetin dezenformasyon amaçlı olarak atılması ile bu paniğin başladığı belgelendi. Ancak bu tür “akut” enfeksiyonlardan ziyade, “kronik” olanlar topluma daha pahalıya mal oluyor. Belli retoriklerleri sürekli tekrarlayarak insanlar arasına nefret tohumları ekmeyi amaçlayan, özellikle de zaten kırılgan olan sosyal fay hatlarını hedef alarak, insanları bu fayların üzerinde tepinmeye sevkeden yalan haber ve yorumların, toplumsal katmanlar arasında onulmaz yaralar açtığı, farklı görüş sahipleri arasındaki mesafenin aşılmaz uçurumlara dönüştüğü maalesef açıkça gözlenebiliyor.

Twitter kullanıcılarının neredeyse üçte birinin bot olduğu ülkemizin, maalesef bu tür enfeksiyonlara daha açık olduğu herkesçe biliniyor. Dünyada ortalama olarak, Twitter bot oranı bazı araştırmalara göre yüzde 15’lere ulaşıyor. Fakat sonuçta bu sahte hesapların, trafiğin ezici bir kısmını oluşturduğunu ifade etmek gerekir.   Elon Musk’a göre bu oran % 90. Yani Twitter’da yazılıp çizilenlerin yüzde doksanı aslında sahte. Türkiye gibi stabilizasyon açısından problemler yaşayan ülkeler için bu durumun ne derece büyük bir tehlikeye işaret ettiği anlaşılabilir. Türkiye’de sıcak gündem maddeleriyle ilgili bir haber yapıldığında, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün tespitlerine göre, devreye giren hesapların yarısının “bot hesap” olduğu anlaşılmış durumda. Reuters’in 37 ülke içinde yaptığı bir araştırmaya göre de, Türkiye en fazla sahte haberle karşılaştığını söyleyen okura sahip. Bir başka araştırmada ise “sahte habere karşı neredeyse en az dirençli’’ ülke olduğumuz ortaya çıkıyor. Bu araştırmaya göre, 35 Avrupa ülkesi içinde sadece Makedonya’dan daha iyiyiz. Asıl 7.7’lik fay hattı bu olmalı ve biz yine tehlikenin üzerinde oturup, hiç bir şey yapmayan bir görüntü sergiliyoruz.

Ulus devletler, eğer milletlerin iradesini gasp etmeyi hedefleyen bu sosyal medya kalpazanlığına karşı önlem almazlarsa, bu imkanlar sayesinde toplumlar kolaylıkla sağlıksız, bölünmüş, agresif bir kitleye dönüştürülebilir. Böyle bir kitleyi istekleri doğrultuda yönlendirebilmek çok daha kolay olmalıdır. Peki, insanın hakikatle bağı nasıl böyle rahatça koparılabiliyor? Bunun psikolojik imkanı mevcut mudur?

Gerçeklik düzleminden uzaklaşmak insanoğluna aslında yabancı değil, çünkü insan kurguya alışık ve meyillidir. Bunu görmek için 2500 yıllık düşünce tarihine bir göz atmak yeterli. Bu tarihçenin 2000 yılı “kurgu mu olsun ve dış gerçek mi olsun” tartışması ile geçmiş, Oxford’da doktorlar (“scholar”) birbirlerini pencereden atacak hale gelmiştir. Yani insanoğlu kurguya aşinadır, bünyesi reddetmez. İnsan gerçeklikten ziyade tutarlılığa önem verir. “Hakikat arayışı” tumturaklı bir söz olup, gerçekte toplumun sadece bir yüzdesi bunu hayatın gayesi olarak kabul etmiştir. Tutarlılık vadeden “mavi hap”, gerçeğin soğuk ve acı yüzünü vadeden “kırmızı hap”a[4] göre daha fazla tercih edilmiştir. Manipülatör işte bu noktadan hareket eder. İnsanları “fazlaca tutarlı odalar”a hapsederek hakikatten koparmak mümkün müdür?

Yukarıda bahsi geçen araştırma, insanları rahatça manipule edebilmek için bir “tehdit algısı” olması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu durumda zihinler çatışma bölgesindeki insanların zihinleri gibi çalışmaya başlayacaktır; daha rijid, daha acımasız ve yeknesak. Zihinler yalana bu şekilde hazırlanır, tava getirilir. Olguları siyah-beyaz (kutuplaşmış) olarak resmeden ve karşı tarafı demonize etmek üzere dolaşıma verilen mental virüslere karşı, rijid ve yeknesak zihinlerin sorgulama kapasiteleri düşüktür. Tehdit algısıyla tava getirilmiş bu zihinler, dolaşımdaki haberin kendi saflarına hizmet edip etmediği ile daha fazla ilgilidirler. İnsanoğlunun “dikkat” yetisi zaten dar olduğundan, tehdit altında iken hakikat arayışına yer kalmaz. Darlık sebebiyle insanoğlu normalde bile “dikkat ekonomisi” uygulamak zorundadır, ki gündelik hayatta başımıza gelen pek çok şey, bu darlık ile yakından ilgilidir. Dikkat yetisi, tehdit algısı ile daha da daralır (absorpsiyon etkisi) ve o meşhur hakikat sevgisi daha ilk safhada dikkat projektörünün menzili dışında kalır.

Böylece “söylem” ve “tehdit” maddelerinden sonra, formülümüzden geriye “tekrar” şartı kalır. Pekiştirme eğilimi (confirmation bias) tehdit algısı sayesinde halihazırda arttırılmış olan bu insanlara gerekli tekrarlar yapılır. Çok kez karşılaşmak, bir haberin doğruluğu hususunda bir illüzyon etkisi oluşturur (illusory truth effect). Böylece üçleme tamamlandıktan sonra, artık uydurulacak haberlerin akla mantığa çok da uygun olması da gerekmez. Hatta insanlar, duyup naklettikleri haberin yalan olduğunun ortaya çıkmasını bile umursamazlar; üstelik tam tersine, öfkelerini yalan söyleyene değil, yalanı bulup ortaya koyana yöneltirler. Bu durum çoğumuzun başından defalarca geçmiştir.

İnsanların, yalan yanlış malumatlarla kendisini arenaya sürmeye çalışan bir basın yayın organına kızmaması, bu üç şartın yerine getirildiği özel koşullarda sıklıkla görülür. Bu durum olmasaydı, şu anda adına gazete denen manipülasyon ortamlarının (media) hiçbirinin okunmaması, öfkeyle adlarının anılmaması gerekirdi. Halbuki biz, bu koşullar altında insanların, “kırmızı hapa küfreden Neo”lar gibi birer oxymoron karikatüre dönüştüklerini görürüz. Hakikat kavramı tamamen bir tarafa bırakılmış, önemini yitirmiş, fakat zihinlerinin derinliklerindeki “kurtarıcı” ve “kahraman” arketipleri ışıldamaya başlamıştır. Yalan yanlış haberlerle tahrik edildiği umurunda değildir ve Neo’nun aksine bizim kahramanımız simülasyondan asla çıkmak istememektedir. Yalana değil de yalanını çıkarana tepkisi bundandır. Çıkmak istemez, çünkü bedavadan kahraman olmuştur, kurtarıcı gibi hissetmektedir ve bu işi de sadece kızarak ve klavye başında gerçekleştireceğinden emindir.  

Bu özel koşulların ortaya çıkardığı kitlelerde yalana gösterilen toleransın, toplumsal açıdan olağanüstü yıkıcı bir etkisi olur. İstisnai bir olgu olması gereken yalan söyleme, tam tersine, norm olacak kadar sıradanlaşırsa, böyle toplumlarda toplumsal sözleşme ayakta kalamaz. Bir toplum için bundan daha büyük bir zarar düşünülemez. İnsanların kandırıldıklarında öfke duymaz bir hale gelmesi, bu büyük  tehlikenin habercisidir.   

Kırmızı hapa karşı nefreti gittikçe artan bireyler, giderek homojen olma eğiliminde “benzersever” olurlar. Başka sesler duymaya tahammülsüzlükleri, çevrelerindeki “çürük”leri eleyerek saflaşmaya ve safları daha da sıklaştırmaya iter. Böylece içinde bulundukları ortam giderek bir yankı odasını (echo chamber) andırır hale gelir. Söyledikleri ile duydukları arasında fazla bir fark olmaz, yani duydukları sanki söylediklerinin yansıması gibidir. Diğer seslerin sansürlendiği bu "kapalı sistem”de “tekrar” şartı fazlasıyla yerine gelir. Herkes ama herkes aynı şeyi söylediğine göre (!) yanılma ihtimali hiç olmamalıdır. Sürekli olarak maruz bırakıldığı kendi politik düşünceleri bu sayede giderek daha keskinleşir, aşırılaşır, karşıt görüşlere karşı sağırlık artar; yankı odasının çeperleri kalınlaşır. Mütemadiyen aynı düşüncelerin dile getirilmesinden dolayı, bu fikirler sorgulanamaz ve reddine tahammül edilemez hale gelinir. Odada yankılanan siyasi tema bir nevi tabiat kanununa dönüşür ve giderek daha fazla kutsanır. Yankı odasında “herkes öyle düşündüğü için”, bu düşüncelerin bir alternatifi olamaz. Üstelik bu “herkes” toplumun en elit, en seçkin, en aklı başında, en dürüst, en “adam gibi adam” bireylerinden oluşmaktadır (narsisistik idealizasyon). Bunun karşısındaki kişiler ise akıl almaz derecede iğreti, ucube gibi eciş bücüş yaratıklardır (narsisistik devalüasyon).  Kendi siyasi görüşüne karşı çıkmak yerçekimi kanununa karşı çıkmakmışçasına, alay, hakaret, öfke, dehşet gibi şiddetli tepkilere sebep olur. Bu tepkilerin hep birlikte aynı ortamda yaşanması ile gerçekleşen duygu geçişleri, çoşkular, düşüncelerinin daha da radikalleşmesine yol açar. Kendi kendisini besleyen bu fasıd daireden çıkış ise bu şartlarda pek mümkün görünmüyor. Kişiler ve uluslar bu kısır döngülerden genellikle büyük bir travma ile çıkabilirler ancak. Çünkü travmanın ortaya çıkardığı sersemlik, kendisine fakat özellikle de bir sonraki nesle bir miktar nefes aldırabilir. Bu taze hava kendi kurgusu dışında bir dünya olduğunu ona hissettirir. Diğer türlü, bir sonraki nesil, bu atmosfer içinde büyüyecek ve radikalizme, militarizme uygun yaşta olması nedeniyle, görüşlerini şiddete dönüştürme potansiyeli taşıyacaktır. Görüşlerin, insanların, değerlerin siyah ve beyaz olarak etiketlendiği bir ortamda büyüyen çocuklarda, bu siyah-beyaz bakma ârızî durumu içselleştirilecek ve maalesef aslî yapıya dönüşecektir. Normalde siyah-beyaz bakan bireyler, toplumun ancak küçük bir yüzdesi olabilirler. Bu nedenle, toplumun büyük bir kısmını kuşatan bu siyah-beyaz bakma durumu gerçekte ârızî olup, bireysel psikolojileri değil sosyal durumu yansıtır. Fakat bu durum, bir sonraki nesilde değişme tehlikesi içeriyor. Çünkü çocuklar, üretilen bu tehdit algısını içselleştirerek büyüyeceklerdir.

Siyah-beyaz bakış açısından kurtulup dünyayı grinin tonları ile birlikte yani daha gerçekçi olarak algılamak normal çocuk gelişiminin en önemli aşamalarından birini oluşturur. 36. ay civarında ortaya çıkan bu yetiye nesne sürekliliği adı verilir (object constancy). Anne hataları veya yaşanan travmalar sebebiyle, eğer çocuk bu yetiyi kazanamazsa, olguları, kişileri, değerleri siyah veya beyaz algılayan yetişkinler ortaya çıkar. Özellikle sosyoemosyonel bölgelerde işlemlenen yaşantılarda bu durum özellikle belirgindir. Bu yetiyi geliştiremeyen bireylerin dünya algısı oldukça çarpık olacaktır. Çünkü dünyaya ya beyaz ya da siyah pencereden baktıkları için, dünyanın bütüncül, otantik, olduğu gibi bir tasarımını elde edemezler. Ağır bir tablo olan bu duruma “kişilik bozukluğu” adı verilir. Yakın bir geçmişe kadar Türkiye’deki pek çok psikoloji fakültesinde “tedavisi yoktur” şeklinde anlatılsa da, Batı’da son elli yıldır bu amaçla yoğun uğraşlar verilmekte, çeşitli kuramlar geliştirilmektedir.

Kendi içindeki ve dışındaki her şeyi siyah ve beyaz olarak bölen bir bireyin (borderline organizasyon), siyaha düştüğünde intihar etme veya cinayet işleme ihtimalinde büyük bir artış olur. Herhalükarda kendisine veya başkasına fiziksel veya psikolojik şiddet uygulama ihtimali çok yüksektir. Çünkü dünya kararmış ve umut yok olmuş gibidir. Öfke veya üzüntü gibi duyguları kontrol etme, sınırlandırma kabiliyeti kalmamıştır. Kişilere, düşüncelere, ideolojilere, değerlere, inançlara bu gözle bakarak, içeride onları daha da tutuşturup keskinleştiren bu haleti ruhiye, manipülatörlerin en favori çalışma alanıdır.

“Borderline organizasyon” adını alan bu zihin biçimi bireyin zihninin yapısal organizasyonunu anlatır ve biyolojik karşılıkları (correlates) üzerinde yoğun bir şekilde çalışılmaktadır. Çeşitli kişilik bozuklukları bu organizasyon seviyesinde bulunurlar; narsisistik, borderline ve şizoid kişilik bozuklukları bunların başlıcalarındandır. Dikkat edileceği üzere borderline kelimesi hem organizasyonun (B.O.) hem de kişilik bozukluklarından birisinin ismi (B.K.B.) olarak kullanılmakta olup, “(deliliğe) sınır” anlamına gelir. Çünkü kişilik bozukluğunun daha da ağır formları, psikoz ile iç içe geçer.  

Normalde kişilik bozukluğuna sahip bireyler toplumun % 10-15’ini oluştururlar. Fakat yapısal olarak kişilik bozukluğu olmasa da toplumun önemli bir bölümü yoğun baskı ve stres altında “borderline reaksiyon” verir. Buradan, tehdit algısı üretmenin manipülatör için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Bugün için Türkiye’de borderline reaksiyon veren yüzdenin olağanüstü yüksek olduğunu söylemek mümkündür. Bu yapısal değil, sosyolojik, ârızî bir olgudur. Ancak yeni kuşağın bu atmosfer içinde büyüdüğünü düşünecek olursak, tehlikenin büyüklüğü anlaşılır. Annesinin öfke ve üzüntüsünü, bir yandan da romantik ve gerçekdışı idealizasyonunu (beyaza düşme) içselleştirecek yeni nesilde, zıtlıklarla sarmalanmış bu zihinsel organizasyonun yapısal olması beklenir. Böylece manipülatörün bir zamanlar bir üst nesilde ektiği tohum, hasattan sonra da o topraklarda yeni nesilde kalıcı olarak var olmaya devam edecektir.

Çocukların zihinlerine bu tohumların ekildiği odalar, erişkinlerin kendilerini hapsettikleri yankı odalarıdır. Yalnızca anlaştığınız kişilerle konuştuğunuz veya sadece kendi fikirlerinizi onaylayan haberler dinlediğiniz gruplar, birer yankı odasıdır. Kıyamet senaryoları seviyesindeki tehdit algısı hergün önünüze konur. Siyahın tonunun açılmasına asla izin verilmez. Orada sadece kendi görüşlerinizi destekleyen fikirleri takip eder, diğer mahallelerin düşüncelerinden ise sadece iğrenirsiniz. Her yeni gün, iğrenmeniz için yeni bir olay veya yeni bir yorumun gözünüze sokulduğu bir gündür. Kişiler böylece kendisinin yanlış olduğun gösteren söylemlere karşı sadece allerjik reaksiyon göstermeye başlarlar. Bu kişiler, adeta ses geçirmeyen varoluşsal bir hücrede yaşıyorlar ve maruz kaldıkları “propaganda dili”ni analiz zannediyorlar.

Bu halleriyle bu kişiler, kaynaşmış tek bir organizmanın farklı çıkıntılarına benziyorlar. Bireyselliğin yitirildiği bu fenomene kaynaşma (fusion) adı verilir. Birey olma vasfını yitirdiklerinden habersiz bu kişiler belki de bireyselcilik güzellemesi yapmakta olabilirler. Zıtların bir arada rahatça bulunabildiği böylesi paradoksal yaşantılara sık rastlanır. Bu paradokslar ancak bölme, bölünme, bölümlenme gibi terimlerle izah edilebilir. Borderline organizasyon zaten bölünmüş bir kendiliğin modellenmesidir. Bu modelde, bölmenin bir yakasında nefret edilen şey, diğer yakada hiç umursanmayabilir. Nesne sürekliliği dediğimiz yeti de, bu bölmenin ortadan kalkmasını anlatır.

Metallerin ısıtılıp kızdırılarak birbirleriyle kaynaştırılabilmesi gibi, yankı odasında kızdırılan bireylerin de, bireyliklerini yitirerek birbirleri ile kaynaşmaları ve adeta koro halinde tek ağızdan konuşur hale gelmeleri olgusuna “tek zihinlilik” (single mindedness) adı verilir.

Bunun zihnimizdeki en canlı imgesi, bir galibiyet sonrası taraftarların toplu davranış biçimleridir. Hele bir de galibiyet, kendi evinde, kendi semtinde gerçekleşmişse, kitlenin toplu halde bağırırlarken, kendi takımlarına yönelik coşkusu kadar, rakip takıma düşmanlık da had safhaya ulaşır. Burada bir çatlak sese tahammül hiç kalmamıştır. Grup halde yaşanan o haleti ruhiye (ego state) unutulmaz, çünkü herkesin birbirini tasvip ettiği (approval) bir “tasvip zirvesi”ne çıkılmıştır. Onaylanmak insanoğlunun en aç olduğu hislerden birisidir. İnsanların çoğu hayatı boyunca onaylanmak için kendisini paralar. İşte coşkulu kalabalık içinde, bu ihtiyacın “kana kana” karşılandığı bir ekstaz (vecd) yaşanır. Aynı duyguyu toplu halde yaşamanın ekstatik niteliği olmadan yankı odası modellemesi eksik kalır. Radikalleşme ve kutuplaşma için bu tür seremonilere bu sebeple ihtiyaç duyulur. Bu ortamlarda tek zihinlilik ortaya çıkar, beslenilir, büyütülür.

Normalde bebek tek zihinlidir. Annesinin kendisinden farklı olduğunu tam olarak kavrayamaz (symbiosis). Birlikte, iki başlı tek bir organizma gibidirler (dual unity). Bebeğin kendisi dışında bir zihnin var olduğunu öğrenmesi, sindirmesi ve bunu kullanabilmesi zaman alır. 18. aya doğru ortaya çıkan bu yeti eğer gelişmezse, başkalarının da bir zihni olduğunu teorik olarak kabul eden fakat bu bilgiyi sindirememiş ve kullanamayan bireyler ortaya çıkar. Bunlara narsisist diyoruz. Dolayısıyla tek zihinlilik ve kaynaşma, patolojik narsisizm göstergesidir. Narsisist kendisinin dışındaki kişilerde farklı bir zihin olabileceğini teknik (kognitif) olarak kabul etse de, duygusal (afektif) olarak bunu hazmedemez ve sanki yokmuş veya olamazmış gibi, yani kendi bildiğince hareket eder. Örneğin “geri zakalı” veya “ahmak” gibi kelimeleri sık kullanan kişilerde bu tek zihinliliğin olduğunu varsaymak mümkündür, çünkü bu kişiler farkında olmadan başka zihinlerin varlığını yok saymaya çalışmaktadırlar.

Dışarıdan tehdit algısı yüklenmek suretiyle, kendilerini birer yankı odasına hapsetmiş olan kişiler, “toplumsal narsisizm” diyebileceğimiz bir olguyu deneyimlerler. Tek tek bakıldığında, yapısal bir kusuru olmayıp, herhangi bir kişilik bozukluğuna sahip olmasalar bile, toplumsal ölçekte narsisistik davranışlar sergilerler. Yani bu kaynaşmış (sembiyotik) organizma narsisistçe davranır. İçinde bulunduğu vakum ortamında, neredeyse 24 saat, sürekli karşı mahalleye hakaretin binbir çeşidinin deneyimlendiği ve kendi düşüncelerinin de bin bir değişik biçimde kutsandığı garip bir varoluşu yaşar. Yakın zamanda sosyal medyada bu meyanda o kadar çok sosyal psikolojik malzeme birikti ki, aslında bunlarla çığır açıcı araştırmalar yapmak mümkün. Türkiye maalesef bu veri zenginliği içinde yüzen bir laboratuvarı andırıyor. Dark web üzerinden, Thor browserlar aracılığı ile, dışarıdan ne kadar müdahale yapıldığını bilmiyoruz. Fakat giderek kaotik seviyeye yükselen sistemlerde kelebek etkisinin görülme ihtimali artar. Böyle bir fırsatı yabancı servislerin kaçırmasını beklemek saflık olur. Halihazırdaki sosyal psikolojik vaziyetin en önemli milli güvenlik meselelerinden biri olduğu iddiasının çok abartılı olduğunu söyleyemeyiz.

Batı’da bu konunun hayati önemi anlaşılmış ve çeşitli platformlarda “post-truth” (hakikat sonrası) 2016 yılının, “fake news” (yalan haber) 2017 yılının ve “misinformation” 2018 yılının kelimesi seçilmişti. Dezenformasyon araştırmaları diyebileceğimiz yeni bir disiplin, “bilgi bozuklukarı” (information disorders) adı altında, terminolojisi ile birlikte oluşturulmaya çoktan başlanmıştır. Avrupa Konseyi bu konu üzerinde hassasiyetle duruyor. Duyguların ve şahsi kanaatlerin kamuoyunu belirlemede artık hakikatlerin önüne geçtiği kitlesel bir trendin mevcudiyeti uzun süredir fark edilmiştir. Bu manada yeni bir döneme girdiğimiz düşünülmekte ve olgunun, doğrunun, hakikatin artık önemsenmediği bu dönem’e “hakikat-sonrası” (post truth) adı verilmektedir. İnsanoğlunun yorucu hakikat arama süreci sona ermiş, hakikat kavramının modasının geçtiği, cazibesinin kalmadığı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Aslında uzun bir zamandır Batı’daki teyid siteleri, hakikat sonrasına direnerek hakikatin hala merkezde olduğu bir anlayışı desteklemeye çalışmışlardır. Bizdeki emsalleri maalesef çok geç kalmış durumdalar. Çünkü teyid siteleri yankı odasındaki kaynaşmış organizmaların can düşmanıdır; kaynaşmayı bozar, ayrışmayı tetikler. Ayrışma ise “terk depresyonu” ile cezalandırılır.

Terk depresyonu terimi, ABD’de borderline kişilik bozukluğunun tedavi arayışlarının iki öncüsünden biri olan James F. Masterson’a aittir. Ona göre patolojik anne, çocuğun her ayrışma denemesinde kendisini (sevgisini, sıcaklığını, şefkatini) geri çekerek yavrusunu cezalandırır. Annenin verdiği bu ceza, biçare yavru için oksijensiz kalmak gibi, dehşet verici olarak algılanır ve çocuğun ayrışma denemeleri akim kalır. Yetişkinlikte de, ne zaman bir atılım yapmak, kendisini aktive etmek istese, bu ağır duygu geçmişten kopar gelir, kişiye musallat olur, adeta ruhunu paralize ederek, hayallerinin, umutlarının, girişimlerinin yine akim kalmasına sebep olur. Çünkü bu ağır duyguya tahammül etmek, onunla başa çıkmak imkansızdır. Zamanında ayrışmaya verilen bu ceza, yankı odasındaki kişinin ayrışmasında da ortaya çıkar. Kaynaşmadan geriye dönme (defusion), yani mahalleden çıkma ihtimali, ölümcül hislerin zihne hücum etmesine yol açar. Manipülatör tarafından halihazırda enjekte edilmiş tehdit algısı sebebiyle zaten kırılgan durumda bulunan bir benliğin, bu kadar ağır yükü çekmesi imkansız olduğundan, yankı odasındaki kişilere dair  bir ümit beslemek çokluk beyhudedir. Pişman olmayı “başaramayan” örgüt üyelerinin cirit attığı twitter sayfalarına bir göz atılırsa, kişileri yankı odasında tutacak ateşin ne kadar harlı tutulduğu kolayca gözlenebilir. Bu konuda manipülatörler çok da fazla emek sarfetmezler, çünkü, belli bir hararetin üstüne çıkıldığı zaman, odada bulunanlar kendi odunlarını kendileri odaya taşımaya başlarlar. Bu noktadan sonra sistem kendi kendisini idame ettirir bir hale gelmiştir. Bu tür ortamlarda özgürlük, demokrasi, ötekileştirme gibi terimler ne kadar çok geçerse geçsin, tek bir satır özeleştiri, hatta kendini sorgulama görememek, yankı odasında olmanın bir alametidir.

Yankı odası mukimlerinin canını en çok sıkan şey, o ana kadar yanılmış olma ihtimalini, teyid sitelerinin kişinin gündemine taşımasıdır. Teyid sitelerine ülkemizde rağbetin düşük olmasının tek sebebi, yankı odalarında yaşayan insan sayısının yüksekliği ise, durum fevkalade endişe verici demektir.  

Fanatiklik tarihte her zaman var olageldi ise de, “yanlışını görmekten kaçınma davranışı”nın bu denli yaygınlaşması yeni bir olgudur. Bu yeni gelişmenin, insanın kendi çevresini cebinde taşıyabilme imkanına sahip olması ile ilgisi olmalıdır. Fiziksel çevre üzerinde yapma imkanı bulamadığımız değişikleri artık sanal çevrelerimiz üzerinde yapma imkanına sahibiz. Bu durum, çevreye adapte olmak yerine çevresini kendi patolojisine uydurmaya çalışan (alloplastik) kişilik bozuklukları için bulunmaz bir imkan sunuyor. “Metaverse”lerin geliştirilmesi ile bu imkan son kerteye çıkacaktır. Metaverse, kırmızı hap fobisi olanlara son ve kesin bir ilticagah sunarak, yankı odasındakilere gerçek dünyadan çıkmayı, hakikat ile bağı koparmayı vadediyor. Bundan ötesinin bir distopya olduğunu ifade etmeye artık gerek var mı?

Kendisi yarı körlük yani empati bozukluğu içinde olan kişilerin,  karşı tarafı sürü olmakla itham ettiğini görmek hayatta karşılaşabileceğimiz en paradoksal olgulardan biri olsa da şaşırtıcı değildir. Bu tuhaf durum, insan psikolojisinin, kendisine ne tür oyunlar oynayabildiğinin çok etkileyici bir örneğidir. Daha da ilginci, karşıt görüşleri ve grupları tahkir, aşağılama, alay yarışına girmiş bir grubun, aynı zamanda ötekileştirmeme, demokrasi, katılım, hoşgörü gibi kavramların da şampiyonluğunu bırakmadığına sıklıkla rastlayabiliriz. Bu patolojiye psikoterapi odasında sık rastlanır. Orada, zulmeden zulümden, kontrol eden kontrolden, işgal eden işgalden yakınır. Kendisinden bu denli habersiz olmak, ancak kompleks bir psikopatoloji ile mümkün olabilir. Bu ağır patolojiler genellikle bölümlenme (kompartmantalizasyon) ile ortaya çıkarlar. Bu patolojide bireyler, zihinlerindeki bir kompartmanda yana yakıla şikayet ettikleri şeyi, diğer kompartmanda bizzat kendileri yapmaktadırlar. Zihnin bu iki yakasını bir araya getirmemeyi bir biçimde başaran bu kişiler, çelişkili ve bölünmüş hayatlar yaşayarak hem kendilerinin hem de başkalarının ömürlerini tüketirler. Bu patolojik zihinsel organizasyon, kişinin kendi yaptığından tam haberdar olmamasını sağlar. Örneğin “beni işgal ediyorsun” diyerek kocasının başının etini yiyen bir kadın, bu yolla kocasını işgal etmektedir aslında. Yolsuzluktan en çok şikayet eden kişi, henüz o fırsatı ele geçiremediğinden dolayı acı çekmektedir. Meslek hayatında obsesif bir adalet takıntısına sahip bir kişi, konu karısına gelince, hak hukuk tanımayan bir kişiye dönüşebilmektedir. William James boşuna insanoğlunun “uyumsuz bir çokluk”tan ibaret olabileceğini söylemiyor.

İnsanın, kendi zihnindeki bu uyumsuz birimlerin, tamamen zıt eğilimlerin varlığından habersiz olması, belki de ona tanınmış en ilginç imkanlardan biridir. Diğer türlü kınamaktan bıkmadığımız bir şeyi, aslında bizzat kendimizin yapıyor olmasının nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Kohut da, bir kişide farklı amaçları olan ve farklı ahlaki yargılara sebep olabilen farklı kişilik tutumlarının, aynı kişide yan yana durmasından bahseder. Sadomazoşist bireylerden de öğrendiğimiz gibi, insan aynı zamanda hem sadist hem mazoşist olmayı başarabilen bir yaratıktır. James, insan zihnindeki bu uyumsuz parçaların birbirlerini karşılıklı olarak görmezden gelmesinden daha ilginç pek az şey bulunduğunu söylerken, daha bizim zamanımızdaki olaylara tanıklık etmemişti.

James, bir kalabalık içinde insanların kendilerini kaybettiklerini, yani kalabalık içindeki insanların davranışlarının, bireysel davranışlarından farklı olduğunu da gözlemişti. Ayrıca kitlelerin, düşünceler yerine, duygusal ve coşkulu hislerle hareket ettiğini söylemiştir. Bu nedenle, kitlelerin davranışlarının, bireyin davranışlarına oranla daha sıkı bir şekilde kontrol edilebileceğinin farkındaydı. Onun zamanında da (19. Yüzyıl sonları-20. Yüzyıl başları) kitleleri yalan haberlerle öfkelendirip sokağa dökerek, arzu edilen siyasi manipülasyonlar için gerekli zemini oluşturmaya yönelik provalar yapılmaktaydı. Öfke ve tehdit algısı ile bir araya gelen kitlelerin, manipülasyona çok uygun bir enstrüman olduğu 19. Yüzyılda Kierkegaard, Mill, Nietzche ve başka düşünürler tarafından da ifade edilmiştir. Yani bu alanda Batıda, iki yüzyıldır birikmiş bir tecrübe mevcuttur.    

Tehdit algısı ile doldurulmuş yankı odası kadar, insanoğlunun patolojik yapısını ortaya çıkarabilecek bir çevre zor bulunur. Onunla ancak işkence odaları, aktif savaş koşulları ve diğer büyük yıkımlar rekabet edebilir. Yankı odasında sıkıştırılan bireylerin hiper-alıcı durumuna sokulmasının ardından, yakalanan bu haleti ruhiyyeyi kalıcı hale getirmek için format atmak gerekir. İnsanoğlunun yazılımına dil egemen olduğundan, format kavramlarla atılır. Gerekli kavramı zihne yerleştirebilmek için de yine mental virüsler kullanılır. İnsan oğlunun “mem havuzu”nda bulunan kilit kavramlarla inşa edilen bir retorik sayesinde, dışarıdan gelen istenmeyen malumat akışını bloke etmek ve sadece istenen akışa maruz bırakmak amaçlanır. Bir zihne doğru olan malumat akışı uzun süre kontrol edilebilirse, zihin içeriği büyük oranda kontrol edilir ve bu beyin yıkamanın aslında en ucuz şeklidir. Yankı odasının önemli bir işlevi de, bu malumat akışının sürekli olmasını sağlamaktır. Belli bir süre geçtikten sonra, bu bireyler ile sağlıklı bir iletişim kurmak hatta sakin bir görüş alış-verişini birkaç dakika sürdürebilmek dahi imkansız hale gelir. Anlamak için sorduğunuz masum sorular bile, sorgulama ve sataşma olarak anlaşılır ve ortam gerilir.

Bir retorik başarılı bir biçimde inşa edildiğinde malumat akışını istenen tarafa doğru yönlendirmiş, istenmeyen akışın ise önüne set çekmiş olur. Hazır hale getirilmiş zihinleri, keskin bir retorik ile kıskaca almak mümkündür. Örneğin son yaşanan büyük depremde ihmal, tembellik, lakaydlık, iş bilmezlik, acemilik, liyakatsizlik, taşralılık vb tüm terimleri atlayıp, en uçta bulunan “örgütlü kötülük” gibi bir terim üzerinden bir retorik inşa etmek, haklı bir eleştirel tutum olmaktan çok, beşinci kol faaliyeti olarak değerlendirilebilir. Devasa devlet aygıtını  bile isteye ölü sayısını arttırmaya çalışan, bundan menfaati olan, milyonlarca insanın acılarını kasıtlı bir şekilde maksimize etmeye çalışan bir terör örgütüne benzeten bu son derece sakil, gros ve paranoid retoriğin maalesef çok sayıda alıcı bulmuş olması, kimi zihinlerin en uç senaryolara bile hazırlanmış olduğunun işareti olarak görülebilir. Sadece zayıf zihinleri avlayabilmesi gerekirken bu tarz uç kavramsallaştırmaların, geniş kitleler tarafından benimsenebildiğini görmek endişe vericidir.

Kontrollü bir malumat  (enformasyon) akışına sürekli maruz kalan bireylerin, yankı odasında olmasalar bile, “sinaptik ağırlık”ları değişmeye başlar. Kişi bu değişimi fark etmez, çünkü bu dönüşüm kavramsal değildir. Eski adıyla yapay sinir ağları, yeni adıyla derin öğrenmede, bir işlem sonucunda istenen sonucun çıkması için nasıl ki zaman içinde sinaptik ağırlıklarla (synaptic strength) oynanıyorsa, malumat akışı da insanda bu ağırlıkları yavaş yavaş değiştirir ve bir zaman sonra kişi “ben artık şuna inanmıyorum”, “ben artık şöyle düşünüyorum”, “ben artık şuna karar verdim” gibi, sanki zaman içinde düşünülerek alınmış ve hesabı verilmiş bir kararmış gibi bir deklarasyon yapar. Sorulduğu zaman bu değişimi kolaylıkla bazı zahiri gerekçelerle ilintilendirir. Çünkü rasyonalizasyon insanoğlunun en sık yaptığı zihinsel operasyonlardan biridir; çok etkilidir. Kişilerin kendisini kandırmasının temelinde rasyonalizasyon bulunur. Yankı odasındaki kişiler için ise, malumat akışı, motoru besleyen yakıt akışı gibidir; otomatiktir, derhal içe alınır, hızlıca tüketilir, sorgulamaya vakit yoktur.

Malumat akışının kontrol edilmesi ile kurmaca bir dünya, bir simülasyon ortamı üretmek mümkün olur. Bu şekilde ortaya çıkan simülasyon, sürekli pekiştirilerek, içinden çıkılamaz (aksi düşünülemez) bir hale getirilir. Farklı düşünenlere yönelik giderek artan aşağılama ve şeytanileştirmeyi besleyecek yorum ve kurmacalar ardarda sunulur. Dil kullanımı sayesinde insanoğlu zaten simülasyona hazır haldedir. Çevresini saran reel dünyaya giydirilmiş bir kavramsal dünya, sıklıkla ilkinin önüne geçer. Bu kavramsal dünyayı istenen yönde daha sofistike hale getirmek ve bu yolla reel dünyadan uzaklaşmak, insanoğlu için sıradanlaşmış yaşantılardan biridir. Yankı odasının büyük etkisi insanoğlunun bu yetisine dayanır.  Kişinin bütün çevresini ve kütüphanesini arka cebinde taşımaya başlamasından itibaren, bu yeti onu gerçeklikten büsbütün koparabilecek bir güce erişmiştir. İnternet grupları, bireylere bilgi kaynaklarını seçmelerinde ve muhalif konuları filtrelemelerinde sınırsız bir özgürlük sağlıyarak, olağanüstü birer kutuplaşma aygıtı gibi çalışmaktadır.

Kaynaşmış bir organizmaya dönüşmenin yanı sıra, yankı odasına kişiyi bağımlı kılan ve çıkamaz hale getiren faktörlerden bir diğeri de narsisistik incinmeye iyi gelmesidir. Başkalarını aşağılayarak benlik saygısını korumaya çalışmak oldukça yaygın bir savunmadır, fakat en fazla narsisistler tarafından ve çok yaygın bir biçimde kullanılır. Narsisistin aslında yaralı olduğu ve derin bir değersizlik hissi ile başetmek zorunda olduğu genellikle pek bilinmez. Bu değersizlik hissini en başta narsisistin kendisinden saklamak narsisistik kişilik organizasyonunun temelini teşkil eder. Bu sebeple narsisist, içinden yükselen değersizlik hislerini bastırmak için, sıklıkla başkalarını aşağılar ve hakaret eder. Bu haldeyken,  mezarlıkta bağıra bağıra şarkı söyleyerek korkmadığına inanmak isteyen kişiye benzer. Ancak uluorta aşağılamak, hakaret etmek şık değildir, toplumda fazla tasvip edilmez. Fakat yankı odalarında kişiler bağıra bağıra hakaret etmenin zevkini doyasıya yaşarlar. Bu haldeyken durumları toplu katarzis ayinlerini akla getirir. İdealize ettikleri bir nesneye coşkulu özlem ve sevgi gösterilerinin de karıştığı bu ritüele, idealize edilen lider tarafından gökyüzünden seyredilip takdis edildikleri temaları da eklenerek, mistik coşku ve kaynaşma (birlik hali) hali pekişir.

Bazı tweet altı yorumlarda yüzlerce kişi ard arda birine veya birilerine hakaret ederler. Bu davranışın kesintisiz bir blok halinde olması şâyânı dikkattir. Bir iki istisna dışında yüzlerce kişinin üşenmeden, bıkmadan sürekli aynı şeyleri yazmasında elbette araştırılması gereken dinamikler olmalıdır.

 


[1] Murphy ve ark., Psychological Science, 2019 (2018’de yapılan araştırma 2019’da yayılanmıştır)

[2] Greenhill & Oppenheim, International Studies Quarterly, 2017

[3]https://www.theguardian.com/world/2023/feb/15/revealed-disinformation-team-jorge-claim-meddling-elections-tal-hanan

[4] Matrix üçlemesinde, Neo isimli ana karaktere sunulan ve içinde bulunduğu simülasyondan çıkışı (kırmızı) veya uyum göstermeyi (mavi) sembolize eden haplar.