2018’de yapılan bir araştırma,[1] düzmece bir habere maruz bırakılan seçmenlerin sahte anılar oluşturabileceğini ortaya koymuş, fakat elbette bu haberin, deneğin siyasi görüşüne uygun olması gerekiyor. Bu araştırma, iyi bildiğimiz, insan zihninin, “mevcut verileri pekiştirmek üzere” çalışma eğilimine uygun görünüyor. Zihnimizin en temel özelliği entegrasyondur. Özellikle de benzer verileri organize eden entegrasyon tarzı, kişiliğimizin kurulmaya başladığı daha ilk aylardan itibaren ortaya çıkan en önemli zihinsel aktivitedir. Hep benzer verilerin pekiştirildiği yeknesak bir yapı oluşturma riski taşıyan bu eğilimin karşısında, bebek, çocuk ve gençlerin zihinlerinde, çok kuvvetli bir motivasyon olan “merak” bulunur. Bu motivasyonu büyük oranda kaybeden bazı yetişkinlerde “mevcut verileri pekiştirme” eğilimi kontrolsüz kalarak “dışa kapalı sistemler” oluşturmaya başlar.
Bu pekiştirme eğilimi özellikle sosyoemosyonel
alanlarda, çok daha rijid olarak karşımıza çıkar. Bu durumda bir toplumu
manipule etmek isteyen birileri varsa, o toplumda mevcut ideolojileri
sosyoemosyonel alana taşımak, “kapalı sistem” oluşturma eğiliminde olan
bireylerin hem sayıca artmasına, hem de kapalı sistemlerin çok daha “sızdırmaz”
birer fanusa dönüşmesine sebep olacaktır. Bu durumda bu sızdırmaz kapalı
sistemleri manipüle etmek, kutuplaştırmak, istenen yönde kanalize etmek sadece malumat
(enformasyon) akışı ile ilgilidir. Çağımızın ise, “malumat tedariki” açısından oldukça
özel bir evreye girmek üzere olduğu biliniyor. Günümüzde milyonlarca insanı aynı
anda etkileyebilecek kritik haberleri düzmece olarak üretmek ve hedef kitleye
ulaştırmak üzere, hiçbir devirde olmayan araçlar üretilmektedir. Bu üretim
sürecindeki “işçilik” kısmı için ise insan emeğine duyulan ihtiyaç minimuma
inmek üzeredir. Bu tarz manipülasyonlar sonunda, insandaki mevcut “pekiştirme eğilimi”nin,
gerçeği gözardı eden bir çılgınlığın sınırına bizi getirebilmesi artık mümkün görünüyor. Ülkemiz ise maalesef, bu çılgınlık senaryolarının denenebilmesi için
oldukça uygun bir laboratuvar ortamı sunuyor.
Bahsi geçen araştırmada, bir kürtaj
referandumu vesilesiyle üç binden fazla seçmene, bir aday aleyhinde altı adet uydurma
haber metni gösterilmiş ve seçmenden, adayın bu sözde skandallarını duyup
duymadığı, özellikle hatırladığı bir şey olup olmadığı sorulmuş. Olaylar
uydurma olmasına rağmen, katılımcıların neredeyse yarısı bu olayları (en
az birini) hatırladıklarını söylemişler. Hatta birçok seçmen, habere ilişkin
çok sayıda ayrıntıyı o an zihninde üreterek “hatırlamış” (!).
Birçok katılımcıya haberin uydurma olduğu
söylenmesine rağmen, bu katılımcıların olayları yine de yanlış hatırlamaya
devam ettiği gözlenmiş. Yani zihin, gerçek olmadığını öğrense bile, kendisine
uygun veriyi kolay kolay bırakmak istememiştir. Demek ki birinci şart, üretilen
yalanın o zihne (dünya görüşüne) uygun olması gereğidir. Zihin kendisinde
bulunan verileri pekiştirme fırsatını kaçırmak istemeyecek ve bu yeni veriyi
yalan-doğru demeden alma eğiliminde olacaktır. Çünkü, işin ilginç tarafı, deney
öncesinde bu haberlerin düzmece olduğu kendilerine söylenen adaylar bile, bu
tür sahte anıları üretmişlerdir. Zihnin bu cazibeye karşı koyamadığı ve gerçeği
hemen feda ettiği anlaşılıyor. Buradaki cazibe “kendi bilgisini pekiştirme”
cazibesidir (confirmation bias). Pekiştirme eğilimi evrenseldir, ancak “haklı olduğu”na dair inancı
kuvvetli olanlarda bu eğilim, çok daha güçlü bir biçimde ortaya çıkar. Bu
haklılık ve hak etmişlik hissi ise narsisistlerde adeta hezeyan derecesindedir. Fakat
eğilimin evrensel olduğunu, narsisistlerle sınırlı olmadığını güçlü bir biçimde
vurgulamazsak, vahametin derecesini anlatmak mümkün olmayacaktır.
“Haklı olduğu”na dair inancı kuvvetli
olanlarda (motivated reasoning) pekiştirme eğiliminin çok daha güçlü bir
biçimde ortaya çıkacağını söylemiştik. Görüşlerini şahsileştirenler, basit bir
münazarayı bir kimlik savaşına çevirirler. Dolayısıyla bir toplumu manipüle etmek için
gerekli olan çalışmanın, siyasal görüşlerin daha fazla şahsileştirilmesini
içermesi gerektiği anlaşılıyor. Görüşler şahsileştirildikçe, karşıt görüşleri, şahıslarına yapılan bir saldırı olarak görme eğilimi, kişilerde giderek artar. Bu
durumda görüşler beynin sosyoemosyonel alanları tarafından daha fazla işlenmeye
başlayacaktır. Bu olgu, basitçe fanatikler üretmenin çok daha ötesindedir.
Çünkü normalde fanatikler çoğunlukla toplumun alt sosyokültürel tabakalarına
aittir ve etkinlik sahaları bu sebeple oldukça sınırlıdır. Oysa bahse mevzu
yöntemlerle, üniversite profesörleri bile fanatik haline getirilip, birer
“twitter canavarı”na dönüştürülebilmektedir.
Sosyoemosyonel terimi nörobiyolojide “diğeri
karşısındaki duygusal konum”umuza atıfta bulunur. Diğeri bir veya birkaç kişi
olabilir; bütün bir toplum olması gerekmez. Beyindeki sosyoemosyonel alanlar
medial prefrontal ve orbitoprefrontal alanlardır (beynin ön ve iç bölgelerinin
aşağı ve alt tarafları). Bu bölgelerde indî, enfüsî, şahsî konular işlenir. Dolayısıyla
bu bölgeler, yakın ilişkiler ile ilgilidir. Nesnel, afaki mevzularda ise beynin
dış bölgeleri daha önemlidir, örn. lateral prefrontal alan. Beynin her tarafı
aynı yetenekte çalışmadığı için, bir alanda dâhi, fakat diğer alanda debil seviyesinde
olmak mümkündür. Gündelik hayattaki ilişkilerini asla yürütemeyen dâhilerden
sık sık bahsedildiğini duymuşuzdur. Bunları harcıalem konularda beynini
kullanmaya tenezzül etmeyen çok zeki kişilerden ibaret sanmak çok yanıltıcı
olur. Yakın ilişkiler konusunda başarısız olan dâhiler, isteseler bile şahsi,
gündelik, ailevi konularda yeterli olamazlar. Nobel ödülü alan, fakat yakın
çevresindeki basit problemleri çözmekten aciz insanların sayısı az değildir.
Günlük hayatlarını, yakın ilişkilerini, ailelerini, sevdiklerini mahvetmiş,
deha derecesinde zekaya sahip çok sayıda insan vardır. Çünkü bu iki alana dair
veriler, beyinde farklı bölgelerde işlemlenir; bir bölgenin çok üstün performans
sergilemesi, diğerinin de öyle olmasını gerektirmez. Bu sebeple, örneğin
uluslararası ilişkilerde üstün nitelikleri olan bir yazar, şayet bu sahayı çok
başarılı olmadığı sosyoemosyonel bölgeye taşır ve orada işlemlemeye başlarsa,
kendisinden büyük hataların sadır olması kaçınılmaz olur.
İnsanların bir dünya görüşüne sahip
olmasında, o görüşün doğru olduğuna nesnel olarak inanmaları kadar, şahsi
faktörlerin de etkili olduğu bilinir. Şahsi faktörlerin etkisinin yüksekliği
oranında, dünya görüşü ile ilgili malumat, beynin iç bölgelerinde işlenecek
demektir. Bu beyin bölgesinin operasyonlarının temel özelliği ise nesnel
prensiplerle kontrol edilmesinin imkansız olması, sözel kontrole uygun
olmaması, çelişkilere izin vermesi, inkar, görmezden gelme gibi operatörlerle işlem
yapabilmesidir. Demek ki insanları manipüle edebilmek için her şeyden önce dünya
görüşlerinin bu beyin bölgesine kaydırılması gerekir. Diğer türlü insanlar sözel
olarak dile getirebildikleri prensiplerinden taviz vermek istemeyecek,
çelişkilere tepki gösterecektir. Böylece yutturulmak istenen malumatı,
herhalükarda kontrol altında tutan filtreler uygulayacaklardır. Manipülatörlerin
işini fevkalade güçleştiren de işte bu filtrelerdir. Manipülatörlerin, bu
filtreleri işlevsiz hale getirmenin bir yolunu bulmaları gerekir.
Dış (lateral) alanın sorumlu olduğu bilişsel
yetiler açısından başarılı olan katılımcıların sahte anı üretmeye daha
yatkın olmadığı görülmüştür. Düşünceleriyle uyuşsa bile, yanlış bilgileri eleyebilmektedirler.
Öyleyse manipülatörlerin doğal hedef kitlesi ötekiler olacaklardır. Çünkü kendi
davranışlarını nesnel kriterlerle ölçmede çok başarılı değillerdir. Bu tür
kişiler çekilip sürüklendiklerinin çok farkına varmazlar.
Bilişsel yeteneği daha iyi olanların ise, kendi
şahsi tarafgirliklerini ve haber kaynaklarını sorgulama ihtimali daha yüksektir.
Duygularının akışına sorgusuz kendisini kaptıran insanların tersine, duyguları
üzerine düşünebilirler, onları tartmaya ve mukayese etmeye çalışabilirler. Düşünceleri
üzerine düşünebilirler ve içinde bulundukları duygusal akışın dışına çıkarak,
bu akışı gözlemleyebilirler. Bu yetilere metakognisyon (üstbiliş) ve mentalizasyon
(zihinselleştirme) gibi isimler verilir.
Sahte anılarla hareket edebilme istidadında
olan insanların var olduğu anlaşıldığında, bazı grupların bu imkandan
faydalanarak insanları manipule etmeyi düşünememesi imkansızdır; özellikle de,
dolaşımda bulunan haberleri olağanüstü inandırıcı hale getirmeyi mümkün kılan
bunca araç elde mevcutken. Hele ki, yalanın sıradanlaştığı, liderlerin,
gazetecilerin kolayca yalan söyleyebildikleri, geçimlerini bu yolla temin
ettikleri bu devirde. Bir de üstelik, kandırılan kurbanın yalanı üretene değil
de yalanı deşifre edene düşmanlık edeceği teknik olarak biliniyorken. Bu oyunu
oynamak için uyduracağımız yalanların inandırıcı olması bile gerekmiyor. Tek
yapılması gereken, bir kişinin dünya görüşünü destekleyecek söylentileri
dolaşıma vermek. Ancak yerine getirilmesi gereken başka bazı şartlar daha var.
Bir başka araştırma,[2]
kişinin kendi dünya görüşüne uygun bir yalan servis edildiğinde sorgulamadan
inanması için iki faktör daha ekliyor. Kişinin tehdit algısı ve aynı yalana
daha evvelden de maruz kalmış olması. Yani yalan tanıdık olmalı. Böylece “söylem”,
“tehdit” ve “tekrar”dan ibaret üçlü bir formül elde etmiş oluyoruz.
Manipülatörlerin bir tehdit algısı (aşırı
güvenlik eksikliği) oluşturarak önce zihinleri tava getirdikleri anlaşılıyor.
Öyleyse yalanlar, ya tehdit algısı oluşturacak şekilde üretilecek veya tehdit
algısına yönelik ikinci bir grup yalan ile birlikte dolaşıma verilecek demektir.
Daha sonra yalana maruz bırakma miktarının yani tekrarın arttırılması
gerekiyor. Bu iki şartı da yerine getirdikten sonra, yalanın üzerinde uzun
uzadıya düşünüp, gerçeğe suretâ uygun olarak dizayn etmek bile gerekmiyor. Hatta
bu yalanları artık botlar bile rahatlıkla üretebilir. Yapay zekanın geldiği son
aşamada botlar, üretilen yalanlara sözde bir dayanak bulma konusunda
insanlardan bile daha hünerli olabilecekler.
Teknolojik gelişmeye paralel olarak doğal çevresinden
uzaklaşmaya başlayan insan, özellikle son dönemde, kendisini tabi-fiziksel
çevresinden büsbütün koparabilecek, rakip bir çevre tarafından kuşatılmaya
başladı. Fiziksel dünyaya önemli ölçüde rakip olmaya başlayan farklı bir
çevremiz var artık. Daha “metaverse”ler bile inşa edilmeden, çevreler arası bu
rekabetin hayli kızıştığı söylenebilir. Bu rakip çevreye “bilgi ekosistemi”
diyebiliriz. Kararları almamızda, bilgi ekosistemi fiziksel çevremize göre, çok
daha fazla etkili artık. Haliyle, insanları yönlendirmek isteyen mihraklar,
dikkatlerini artık bu çevreye yoğunlaştırmış durumdalar. Bu ekosistem içinde trol
çiftlikleri gibi farklı oluşumlar, yeni çalışma tarzları var; dezenformasyon
artık bir iş kolu haline dönüşmüş durumda. 2020’de manipülasyon amaçlı
dezenformasyon yapan 65 şirket tespit edildi. Bu şirketler 48 ülkede “hizmet
alımı” yapmışlar. Filipinler’de dezenformasyon açıkça bir sektör haline gelmiş
durumda.
Bu ekosistem içinde botlar, illegal
örgütlerin kullanması için çok kullanışlı biyolojik silahlara benziyorlar.
Geçen haftalarda İsrail’de deşifre edilen bir örgütün, bu tür botlar
vasıtasıyla dünya çapında tam 30 başkanlık seçime müdahale ettiği ortaya çıkarıldı.[3] Dezenformasyon
temelli istihbarat faaliyeti yürüten bu şirket, görev tanımını (!), dezenformasyon
yaymak, sosyal medya manipülasyonu, psikolojik savaş, aktif istihbarat, siber casusluk ve gözetleme
için araçlar geliştirmek şeklinde belirtmiş.
Bilgi ekosistemi manipülasyonları açısından ülkemiz
gibi gelişmekte olan ülkeler maalesef en kırılgan konumdadırlar. Çünkü bu ekosisteme
katılım hızı bu ülkelerde çok yüksek ve kontrolsüz ve buna nisbetle alınan
önlemler yetersiz kalıyor. Batı’da, Harvard, Yale, M.I.T. gibi en seçkin
üniversitelerdeki gelişmiş laboratuvarlarda sanal alem modellemeleri uzun bir
süredir yapılıyor. Örneğin Makron’un Suudi Arabistan tarafından fonlandığına
dair bir dedikodunun taraflarını ve kimlerle ilişkili olduklarını “twitter
uzayı”nda görselleştirebiliyor, gruplaşmaları, kutuplaşmaları izleyerek, tarafların
sosyodemografik verilerini toplayabiliyorsunuz. Dünyanın geri kalanı da, bu
laboratuvarlara adeta sınırsız veri sağlıyor. “Medya manipülasyonlarından
korunma” legal başlığı altında, söz konusu ülkeler manipülasyonun bin bir
çeşidini ve her türlü dinamiğini keşfetme imkanı buluyorlar. Elde edilen
bilgilerin, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda, diğer ülkeleri yönlendirmek
için kullanılmayacağına inanacak kadar safdil olunabilir mi, hele ki
manipülasyonlar bu kadar kolay yapılabiliyorken? Türkiye gibi merkezi konumu
itibariyle her zaman göz önünde olan ülkeleri kendi haline bırakmaya gönülleri
elverir mi?
Bilgi ekosistemi içinde dolaşıma sokulan ve
alıcısı yani belli bir hedef kitlesi olan düzmece bilgiler virüslere benzetiliyor.
Çünkü bunlar bir başkasına, yalana maruz kalan insanlar tarafından bizzat
“bulaştırılıyor”. Bunlara mental virüsler diyebiliriz
ve yayılarak sebep oldukları zararlı etkiler için de dijital
enfeksiyon terimi kullanılabilir. Bunlar tıpkı bilgisayar
virüsleri gibi elektronik bilgi-işlem ortamlarında yayılıyorlar. Fakat mental
virüslerin çok daha büyük zarar verme potansiyelleri mevcuttur. Örneğin Kahramanmaraş
depreminde dolaşıma sokulan “baraj patladı” yalanının sebep olduğu kitlesel
panik hali hafızalarımızda henüz çok taze. Farklı ülkelerden dört sahte hesap
tarafından 30 bin tweetin dezenformasyon amaçlı olarak atılması ile bu paniğin
başladığı belgelendi. Ancak bu tür “akut” enfeksiyonlardan ziyade, “kronik”
olanlar topluma daha pahalıya mal oluyor. Belli retoriklerleri sürekli
tekrarlayarak insanlar arasına nefret tohumları ekmeyi amaçlayan, özellikle de zaten
kırılgan olan sosyal fay hatlarını hedef alarak, insanları bu fayların üzerinde
tepinmeye sevkeden yalan haber ve yorumların, toplumsal katmanlar arasında
onulmaz yaralar açtığı, farklı görüş sahipleri arasındaki mesafenin aşılmaz
uçurumlara dönüştüğü maalesef açıkça gözlenebiliyor.
Twitter kullanıcılarının neredeyse üçte
birinin bot olduğu ülkemizin, maalesef bu tür enfeksiyonlara daha açık olduğu herkesçe
biliniyor. Dünyada ortalama olarak, Twitter bot oranı bazı araştırmalara göre
yüzde 15’lere ulaşıyor. Fakat sonuçta bu sahte hesapların, trafiğin ezici bir
kısmını oluşturduğunu ifade etmek gerekir. Elon
Musk’a göre bu oran % 90. Yani Twitter’da yazılıp çizilenlerin yüzde doksanı aslında
sahte. Türkiye gibi stabilizasyon açısından problemler yaşayan ülkeler için bu
durumun ne derece büyük bir tehlikeye işaret ettiği anlaşılabilir. Türkiye’de
sıcak gündem maddeleriyle ilgili bir haber yapıldığında, Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün tespitlerine göre, devreye giren hesapların yarısının “bot hesap”
olduğu anlaşılmış durumda. Reuters’in 37 ülke içinde yaptığı bir araştırmaya
göre de, Türkiye en fazla sahte haberle karşılaştığını söyleyen
okura sahip. Bir başka araştırmada ise “sahte habere karşı neredeyse en az
dirençli’’ ülke olduğumuz ortaya çıkıyor. Bu araştırmaya göre, 35 Avrupa ülkesi
içinde sadece Makedonya’dan daha iyiyiz. Asıl 7.7’lik fay hattı bu olmalı ve
biz yine tehlikenin üzerinde oturup, hiç bir şey yapmayan bir görüntü
sergiliyoruz.
Ulus devletler, eğer milletlerin iradesini
gasp etmeyi hedefleyen bu sosyal medya kalpazanlığına karşı önlem almazlarsa, bu
imkanlar sayesinde toplumlar kolaylıkla sağlıksız, bölünmüş, agresif bir kitleye
dönüştürülebilir. Böyle bir kitleyi istekleri doğrultuda yönlendirebilmek çok
daha kolay olmalıdır. Peki, insanın hakikatle bağı nasıl böyle rahatça
koparılabiliyor? Bunun psikolojik imkanı mevcut mudur?
Gerçeklik düzleminden uzaklaşmak insanoğluna
aslında yabancı değil, çünkü insan kurguya alışık ve meyillidir. Bunu görmek
için 2500 yıllık düşünce tarihine bir göz atmak yeterli. Bu tarihçenin 2000 yılı
“kurgu mu olsun ve dış gerçek mi olsun” tartışması ile geçmiş, Oxford’da doktorlar
(“scholar”) birbirlerini pencereden atacak hale gelmiştir. Yani insanoğlu
kurguya aşinadır, bünyesi reddetmez. İnsan gerçeklikten ziyade tutarlılığa önem
verir. “Hakikat arayışı” tumturaklı bir söz olup, gerçekte toplumun sadece bir
yüzdesi bunu hayatın gayesi olarak kabul etmiştir. Tutarlılık vadeden “mavi hap”,
gerçeğin soğuk ve acı yüzünü vadeden “kırmızı hap”a[4]
göre daha fazla tercih edilmiştir. Manipülatör işte bu noktadan hareket eder.
İnsanları “fazlaca tutarlı odalar”a hapsederek hakikatten koparmak mümkün
müdür?
Yukarıda bahsi geçen araştırma, insanları
rahatça manipule edebilmek için bir “tehdit algısı” olması gerektiğini ortaya
koyuyor. Bu durumda zihinler çatışma bölgesindeki insanların zihinleri gibi
çalışmaya başlayacaktır; daha rijid, daha acımasız ve yeknesak. Zihinler yalana
bu şekilde hazırlanır, tava getirilir. Olguları siyah-beyaz (kutuplaşmış)
olarak resmeden ve karşı tarafı demonize etmek üzere dolaşıma verilen mental
virüslere karşı, rijid ve yeknesak zihinlerin sorgulama kapasiteleri düşüktür. Tehdit
algısıyla tava getirilmiş bu zihinler, dolaşımdaki haberin kendi saflarına
hizmet edip etmediği ile daha fazla ilgilidirler. İnsanoğlunun “dikkat” yetisi
zaten dar olduğundan, tehdit altında iken hakikat arayışına yer kalmaz. Darlık
sebebiyle insanoğlu normalde bile “dikkat ekonomisi” uygulamak zorundadır, ki
gündelik hayatta başımıza gelen pek çok şey, bu darlık ile yakından ilgilidir.
Dikkat yetisi, tehdit algısı ile daha da daralır (absorpsiyon etkisi) ve o
meşhur hakikat sevgisi daha ilk safhada dikkat projektörünün menzili dışında
kalır.
Böylece “söylem” ve “tehdit” maddelerinden
sonra, formülümüzden geriye “tekrar” şartı kalır. Pekiştirme eğilimi (confirmation
bias) tehdit algısı sayesinde halihazırda arttırılmış olan bu insanlara
gerekli tekrarlar yapılır. Çok kez karşılaşmak, bir haberin doğruluğu hususunda
bir illüzyon etkisi oluşturur (illusory truth effect). Böylece üçleme
tamamlandıktan sonra, artık uydurulacak haberlerin akla mantığa çok da uygun
olması da gerekmez. Hatta insanlar, duyup naklettikleri haberin yalan olduğunun
ortaya çıkmasını bile umursamazlar; üstelik tam tersine, öfkelerini yalan
söyleyene değil, yalanı bulup ortaya koyana yöneltirler. Bu durum çoğumuzun
başından defalarca geçmiştir.
İnsanların, yalan yanlış malumatlarla
kendisini arenaya sürmeye çalışan bir basın yayın organına kızmaması, bu üç
şartın yerine getirildiği özel koşullarda sıklıkla görülür. Bu durum olmasaydı,
şu anda adına gazete denen manipülasyon ortamlarının (media) hiçbirinin okunmaması,
öfkeyle adlarının anılmaması gerekirdi. Halbuki biz, bu koşullar altında
insanların, “kırmızı hapa küfreden Neo”lar gibi birer oxymoron karikatüre dönüştüklerini
görürüz. Hakikat kavramı tamamen bir tarafa bırakılmış, önemini yitirmiş, fakat
zihinlerinin derinliklerindeki “kurtarıcı” ve “kahraman” arketipleri ışıldamaya
başlamıştır. Yalan yanlış haberlerle tahrik edildiği umurunda değildir ve Neo’nun
aksine bizim kahramanımız simülasyondan asla çıkmak istememektedir. Yalana
değil de yalanını çıkarana tepkisi bundandır. Çıkmak istemez, çünkü bedavadan
kahraman olmuştur, kurtarıcı gibi hissetmektedir ve bu işi de sadece kızarak ve
klavye başında gerçekleştireceğinden emindir.
Bu özel koşulların ortaya çıkardığı
kitlelerde yalana gösterilen toleransın, toplumsal açıdan olağanüstü yıkıcı bir
etkisi olur. İstisnai bir olgu olması gereken yalan söyleme, tam tersine, norm
olacak kadar sıradanlaşırsa, böyle toplumlarda toplumsal sözleşme ayakta
kalamaz. Bir toplum için bundan daha büyük bir zarar düşünülemez. İnsanların
kandırıldıklarında öfke duymaz bir hale gelmesi, bu büyük tehlikenin habercisidir.
Kırmızı hapa karşı nefreti gittikçe artan
bireyler, giderek homojen olma eğiliminde “benzersever” olurlar. Başka sesler
duymaya tahammülsüzlükleri, çevrelerindeki “çürük”leri eleyerek saflaşmaya ve
safları daha da sıklaştırmaya iter. Böylece içinde bulundukları ortam giderek
bir yankı odasını (echo chamber) andırır hale gelir. Söyledikleri ile
duydukları arasında fazla bir fark olmaz, yani duydukları sanki söylediklerinin
yansıması gibidir. Diğer seslerin sansürlendiği bu "kapalı sistem”de “tekrar”
şartı fazlasıyla yerine gelir. Herkes ama herkes aynı şeyi söylediğine göre (!)
yanılma ihtimali hiç olmamalıdır. Sürekli olarak maruz bırakıldığı kendi
politik düşünceleri bu sayede giderek daha keskinleşir, aşırılaşır, karşıt
görüşlere karşı sağırlık artar; yankı odasının çeperleri kalınlaşır. Mütemadiyen
aynı düşüncelerin dile getirilmesinden dolayı, bu fikirler sorgulanamaz ve
reddine tahammül edilemez hale gelinir. Odada yankılanan siyasi tema bir nevi tabiat
kanununa dönüşür ve giderek daha fazla kutsanır. Yankı odasında “herkes öyle
düşündüğü için”, bu düşüncelerin bir alternatifi olamaz. Üstelik bu “herkes”
toplumun en elit, en seçkin, en aklı başında, en dürüst, en “adam gibi adam”
bireylerinden oluşmaktadır (narsisistik idealizasyon). Bunun karşısındaki
kişiler ise akıl almaz derecede iğreti, ucube gibi eciş bücüş yaratıklardır
(narsisistik devalüasyon). Kendi siyasi
görüşüne karşı çıkmak yerçekimi kanununa karşı çıkmakmışçasına, alay, hakaret,
öfke, dehşet gibi şiddetli tepkilere sebep olur. Bu tepkilerin hep birlikte
aynı ortamda yaşanması ile gerçekleşen duygu geçişleri, çoşkular, düşüncelerinin
daha da radikalleşmesine yol açar. Kendi kendisini besleyen bu fasıd daireden
çıkış ise bu şartlarda pek mümkün görünmüyor. Kişiler ve uluslar bu kısır
döngülerden genellikle büyük bir travma ile çıkabilirler ancak. Çünkü travmanın
ortaya çıkardığı sersemlik, kendisine fakat özellikle de bir sonraki nesle bir
miktar nefes aldırabilir. Bu taze hava kendi kurgusu dışında bir dünya olduğunu
ona hissettirir. Diğer türlü, bir sonraki nesil, bu atmosfer içinde büyüyecek
ve radikalizme, militarizme uygun yaşta olması nedeniyle, görüşlerini şiddete
dönüştürme potansiyeli taşıyacaktır. Görüşlerin, insanların, değerlerin siyah
ve beyaz olarak etiketlendiği bir ortamda büyüyen çocuklarda, bu siyah-beyaz bakma
ârızî durumu içselleştirilecek ve maalesef aslî yapıya dönüşecektir. Normalde siyah-beyaz
bakan bireyler, toplumun ancak küçük bir yüzdesi olabilirler. Bu nedenle,
toplumun büyük bir kısmını kuşatan bu siyah-beyaz bakma durumu gerçekte ârızî
olup, bireysel psikolojileri değil sosyal durumu yansıtır. Fakat bu durum, bir
sonraki nesilde değişme tehlikesi içeriyor. Çünkü çocuklar, üretilen bu tehdit
algısını içselleştirerek büyüyeceklerdir.
Siyah-beyaz bakış açısından kurtulup dünyayı
grinin tonları ile birlikte yani daha gerçekçi olarak algılamak normal çocuk
gelişiminin en önemli aşamalarından birini oluşturur. 36. ay civarında ortaya çıkan
bu yetiye nesne sürekliliği adı verilir (object constancy). Anne
hataları veya yaşanan travmalar sebebiyle, eğer çocuk bu yetiyi kazanamazsa,
olguları, kişileri, değerleri siyah veya beyaz algılayan yetişkinler ortaya
çıkar. Özellikle sosyoemosyonel bölgelerde işlemlenen yaşantılarda bu durum özellikle
belirgindir. Bu yetiyi geliştiremeyen bireylerin dünya algısı oldukça çarpık
olacaktır. Çünkü dünyaya ya beyaz ya da siyah pencereden baktıkları için,
dünyanın bütüncül, otantik, olduğu gibi bir tasarımını elde edemezler. Ağır bir
tablo olan bu duruma “kişilik bozukluğu” adı verilir. Yakın bir geçmişe kadar
Türkiye’deki pek çok psikoloji fakültesinde “tedavisi yoktur” şeklinde
anlatılsa da, Batı’da son elli yıldır bu amaçla yoğun uğraşlar verilmekte,
çeşitli kuramlar geliştirilmektedir.
Kendi içindeki ve dışındaki her şeyi siyah ve
beyaz olarak bölen bir bireyin (borderline organizasyon), siyaha düştüğünde
intihar etme veya cinayet işleme ihtimalinde büyük bir artış olur. Herhalükarda
kendisine veya başkasına fiziksel veya psikolojik şiddet uygulama ihtimali çok
yüksektir. Çünkü dünya kararmış ve umut yok olmuş gibidir. Öfke veya üzüntü
gibi duyguları kontrol etme, sınırlandırma kabiliyeti kalmamıştır. Kişilere,
düşüncelere, ideolojilere, değerlere, inançlara bu gözle bakarak, içeride
onları daha da tutuşturup keskinleştiren bu haleti ruhiye, manipülatörlerin en
favori çalışma alanıdır.
“Borderline organizasyon” adını alan bu
zihin biçimi bireyin zihninin yapısal organizasyonunu anlatır ve biyolojik karşılıkları
(correlates) üzerinde yoğun bir şekilde çalışılmaktadır. Çeşitli kişilik
bozuklukları bu organizasyon seviyesinde bulunurlar; narsisistik, borderline ve
şizoid kişilik bozuklukları bunların başlıcalarındandır. Dikkat edileceği üzere
borderline kelimesi hem organizasyonun (B.O.) hem de kişilik bozukluklarından
birisinin ismi (B.K.B.) olarak kullanılmakta olup, “(deliliğe) sınır” anlamına
gelir. Çünkü kişilik bozukluğunun daha da ağır formları, psikoz ile iç içe geçer.
Normalde kişilik bozukluğuna sahip bireyler
toplumun % 10-15’ini oluştururlar. Fakat yapısal olarak kişilik bozukluğu
olmasa da toplumun önemli bir bölümü yoğun baskı ve stres altında “borderline
reaksiyon” verir. Buradan, tehdit algısı üretmenin manipülatör için ne kadar önemli
olduğunu anlıyoruz. Bugün için Türkiye’de borderline reaksiyon veren yüzdenin
olağanüstü yüksek olduğunu söylemek mümkündür. Bu yapısal değil, sosyolojik,
ârızî bir olgudur. Ancak yeni kuşağın bu atmosfer içinde büyüdüğünü düşünecek
olursak, tehlikenin büyüklüğü anlaşılır. Annesinin öfke ve üzüntüsünü, bir
yandan da romantik ve gerçekdışı idealizasyonunu (beyaza düşme) içselleştirecek
yeni nesilde, zıtlıklarla sarmalanmış bu zihinsel organizasyonun yapısal olması
beklenir. Böylece manipülatörün bir zamanlar bir üst nesilde ektiği tohum,
hasattan sonra da o topraklarda yeni nesilde kalıcı olarak var olmaya devam
edecektir.
Çocukların zihinlerine bu tohumların
ekildiği odalar, erişkinlerin kendilerini hapsettikleri yankı odalarıdır. Yalnızca
anlaştığınız kişilerle konuştuğunuz veya sadece kendi fikirlerinizi onaylayan
haberler dinlediğiniz gruplar, birer yankı odasıdır. Kıyamet senaryoları
seviyesindeki tehdit algısı hergün önünüze konur. Siyahın tonunun açılmasına
asla izin verilmez. Orada sadece kendi görüşlerinizi destekleyen fikirleri
takip eder, diğer mahallelerin düşüncelerinden ise sadece iğrenirsiniz. Her
yeni gün, iğrenmeniz için yeni bir olay veya yeni bir yorumun gözünüze
sokulduğu bir gündür. Kişiler böylece kendisinin yanlış olduğun gösteren
söylemlere karşı sadece allerjik reaksiyon göstermeye başlarlar. Bu kişiler, adeta
ses geçirmeyen varoluşsal bir hücrede yaşıyorlar ve maruz kaldıkları
“propaganda dili”ni analiz zannediyorlar.
Bu halleriyle bu kişiler, kaynaşmış tek bir
organizmanın farklı çıkıntılarına benziyorlar. Bireyselliğin yitirildiği bu
fenomene kaynaşma (fusion) adı verilir. Birey olma vasfını
yitirdiklerinden habersiz bu kişiler belki de bireyselcilik güzellemesi yapmakta
olabilirler. Zıtların bir arada rahatça bulunabildiği böylesi paradoksal
yaşantılara sık rastlanır. Bu paradokslar ancak bölme, bölünme, bölümlenme gibi
terimlerle izah edilebilir. Borderline organizasyon zaten bölünmüş bir kendiliğin
modellenmesidir. Bu modelde, bölmenin bir yakasında nefret edilen şey, diğer
yakada hiç umursanmayabilir. Nesne sürekliliği dediğimiz yeti de, bu bölmenin
ortadan kalkmasını anlatır.
Metallerin ısıtılıp kızdırılarak
birbirleriyle kaynaştırılabilmesi gibi, yankı odasında kızdırılan bireylerin
de, bireyliklerini yitirerek birbirleri ile kaynaşmaları ve adeta koro halinde
tek ağızdan konuşur hale gelmeleri olgusuna “tek zihinlilik” (single
mindedness) adı verilir.
Bunun zihnimizdeki en canlı imgesi, bir
galibiyet sonrası taraftarların toplu davranış biçimleridir. Hele bir de
galibiyet, kendi evinde, kendi semtinde gerçekleşmişse, kitlenin toplu halde bağırırlarken,
kendi takımlarına yönelik coşkusu kadar, rakip takıma düşmanlık da had safhaya
ulaşır. Burada bir çatlak sese tahammül hiç kalmamıştır. Grup halde yaşanan o
haleti ruhiye (ego state) unutulmaz, çünkü herkesin birbirini tasvip ettiği
(approval) bir “tasvip zirvesi”ne çıkılmıştır. Onaylanmak insanoğlunun en aç
olduğu hislerden birisidir. İnsanların çoğu hayatı boyunca onaylanmak için
kendisini paralar. İşte coşkulu kalabalık içinde, bu ihtiyacın “kana kana” karşılandığı
bir ekstaz (vecd) yaşanır. Aynı duyguyu toplu halde yaşamanın ekstatik niteliği
olmadan yankı odası modellemesi eksik kalır. Radikalleşme ve kutuplaşma için bu
tür seremonilere bu sebeple ihtiyaç duyulur. Bu ortamlarda tek zihinlilik
ortaya çıkar, beslenilir, büyütülür.
Normalde bebek tek zihinlidir. Annesinin
kendisinden farklı olduğunu tam olarak kavrayamaz (symbiosis). Birlikte, iki
başlı tek bir organizma gibidirler (dual unity). Bebeğin kendisi dışında bir
zihnin var olduğunu öğrenmesi, sindirmesi ve bunu kullanabilmesi zaman alır.
18. aya doğru ortaya çıkan bu yeti eğer gelişmezse, başkalarının da bir zihni
olduğunu teorik olarak kabul eden fakat bu bilgiyi sindirememiş ve kullanamayan
bireyler ortaya çıkar. Bunlara narsisist diyoruz. Dolayısıyla tek zihinlilik ve
kaynaşma, patolojik narsisizm göstergesidir. Narsisist kendisinin dışındaki
kişilerde farklı bir zihin olabileceğini teknik (kognitif) olarak kabul etse
de, duygusal (afektif) olarak bunu hazmedemez ve sanki yokmuş veya olamazmış
gibi, yani kendi bildiğince hareket eder. Örneğin “geri zakalı” veya “ahmak”
gibi kelimeleri sık kullanan kişilerde bu tek zihinliliğin olduğunu varsaymak
mümkündür, çünkü bu kişiler farkında olmadan başka zihinlerin varlığını yok saymaya
çalışmaktadırlar.
Dışarıdan tehdit algısı yüklenmek suretiyle,
kendilerini birer yankı odasına hapsetmiş olan kişiler, “toplumsal narsisizm”
diyebileceğimiz bir olguyu deneyimlerler. Tek tek bakıldığında, yapısal bir
kusuru olmayıp, herhangi bir kişilik bozukluğuna sahip olmasalar bile,
toplumsal ölçekte narsisistik davranışlar sergilerler. Yani bu kaynaşmış (sembiyotik)
organizma narsisistçe davranır. İçinde bulunduğu vakum ortamında, neredeyse 24
saat, sürekli karşı mahalleye hakaretin binbir çeşidinin deneyimlendiği ve
kendi düşüncelerinin de bin bir değişik biçimde kutsandığı garip bir varoluşu
yaşar. Yakın zamanda sosyal medyada bu meyanda o kadar çok sosyal psikolojik
malzeme birikti ki, aslında bunlarla çığır açıcı araştırmalar yapmak mümkün.
Türkiye maalesef bu veri zenginliği içinde yüzen bir laboratuvarı andırıyor. Dark
web üzerinden, Thor browserlar aracılığı ile, dışarıdan ne kadar müdahale
yapıldığını bilmiyoruz. Fakat giderek kaotik seviyeye yükselen sistemlerde
kelebek etkisinin görülme ihtimali artar. Böyle bir fırsatı yabancı servislerin
kaçırmasını beklemek saflık olur. Halihazırdaki sosyal psikolojik vaziyetin en
önemli milli güvenlik meselelerinden biri olduğu iddiasının çok abartılı olduğunu
söyleyemeyiz.
Batı’da bu konunun hayati önemi anlaşılmış
ve çeşitli platformlarda “post-truth” (hakikat sonrası) 2016 yılının, “fake news”
(yalan haber) 2017 yılının ve “misinformation” 2018 yılının kelimesi seçilmişti.
Dezenformasyon araştırmaları diyebileceğimiz yeni bir disiplin, “bilgi
bozuklukarı” (information disorders) adı altında, terminolojisi ile birlikte
oluşturulmaya çoktan başlanmıştır. Avrupa Konseyi bu konu üzerinde hassasiyetle
duruyor. Duyguların ve şahsi kanaatlerin kamuoyunu belirlemede artık hakikatlerin
önüne geçtiği kitlesel bir trendin mevcudiyeti uzun süredir fark edilmiştir. Bu
manada yeni bir döneme girdiğimiz düşünülmekte ve olgunun, doğrunun, hakikatin
artık önemsenmediği bu dönem’e “hakikat-sonrası” (post truth) adı verilmektedir.
İnsanoğlunun yorucu hakikat arama süreci sona ermiş, hakikat kavramının modasının
geçtiği, cazibesinin kalmadığı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Aslında uzun bir
zamandır Batı’daki teyid siteleri, hakikat sonrasına direnerek hakikatin hala
merkezde olduğu bir anlayışı desteklemeye çalışmışlardır. Bizdeki emsalleri maalesef
çok geç kalmış durumdalar. Çünkü teyid siteleri yankı odasındaki kaynaşmış
organizmaların can düşmanıdır; kaynaşmayı bozar, ayrışmayı tetikler. Ayrışma
ise “terk depresyonu” ile cezalandırılır.
Terk depresyonu terimi, ABD’de borderline
kişilik bozukluğunun tedavi arayışlarının iki öncüsünden biri olan James F.
Masterson’a aittir. Ona göre patolojik anne, çocuğun her ayrışma denemesinde
kendisini (sevgisini, sıcaklığını, şefkatini) geri çekerek yavrusunu
cezalandırır. Annenin verdiği bu ceza, biçare yavru için oksijensiz kalmak
gibi, dehşet verici olarak algılanır ve çocuğun ayrışma denemeleri akim kalır.
Yetişkinlikte de, ne zaman bir atılım yapmak, kendisini aktive etmek istese, bu
ağır duygu geçmişten kopar gelir, kişiye musallat olur, adeta ruhunu paralize
ederek, hayallerinin, umutlarının, girişimlerinin yine akim kalmasına sebep
olur. Çünkü bu ağır duyguya tahammül etmek, onunla başa çıkmak imkansızdır.
Zamanında ayrışmaya verilen bu ceza, yankı odasındaki kişinin ayrışmasında da ortaya
çıkar. Kaynaşmadan geriye dönme (defusion), yani mahalleden çıkma ihtimali,
ölümcül hislerin zihne hücum etmesine yol açar. Manipülatör tarafından
halihazırda enjekte edilmiş tehdit algısı sebebiyle zaten kırılgan durumda
bulunan bir benliğin, bu kadar ağır yükü çekmesi imkansız olduğundan, yankı
odasındaki kişilere dair bir ümit beslemek
çokluk beyhudedir. Pişman olmayı “başaramayan” örgüt üyelerinin cirit attığı
twitter sayfalarına bir göz atılırsa, kişileri yankı odasında tutacak ateşin ne
kadar harlı tutulduğu kolayca gözlenebilir. Bu konuda manipülatörler çok da
fazla emek sarfetmezler, çünkü, belli bir hararetin üstüne çıkıldığı zaman, odada
bulunanlar kendi odunlarını kendileri odaya taşımaya başlarlar. Bu noktadan
sonra sistem kendi kendisini idame ettirir bir hale gelmiştir. Bu tür
ortamlarda özgürlük, demokrasi, ötekileştirme gibi terimler ne kadar çok
geçerse geçsin, tek bir satır özeleştiri, hatta kendini sorgulama görememek, yankı
odasında olmanın bir alametidir.
Yankı odası mukimlerinin canını en çok sıkan
şey, o ana kadar yanılmış olma ihtimalini, teyid sitelerinin kişinin gündemine
taşımasıdır. Teyid sitelerine ülkemizde rağbetin düşük olmasının tek sebebi, yankı
odalarında yaşayan insan sayısının yüksekliği ise, durum fevkalade endişe
verici demektir.
Fanatiklik tarihte her zaman var olageldi
ise de, “yanlışını görmekten kaçınma davranışı”nın bu denli yaygınlaşması yeni
bir olgudur. Bu yeni gelişmenin, insanın kendi çevresini cebinde taşıyabilme
imkanına sahip olması ile ilgisi olmalıdır. Fiziksel çevre üzerinde yapma
imkanı bulamadığımız değişikleri artık sanal çevrelerimiz üzerinde yapma
imkanına sahibiz. Bu durum, çevreye adapte olmak yerine çevresini kendi
patolojisine uydurmaya çalışan (alloplastik) kişilik bozuklukları için bulunmaz
bir imkan sunuyor. “Metaverse”lerin geliştirilmesi ile bu imkan son kerteye
çıkacaktır. Metaverse, kırmızı hap fobisi olanlara son ve kesin bir ilticagah
sunarak, yankı odasındakilere gerçek dünyadan çıkmayı, hakikat ile bağı
koparmayı vadediyor. Bundan ötesinin bir distopya olduğunu ifade etmeye artık
gerek var mı?
Kendisi yarı körlük yani empati bozukluğu
içinde olan kişilerin, karşı tarafı sürü
olmakla itham ettiğini görmek hayatta karşılaşabileceğimiz en paradoksal
olgulardan biri olsa da şaşırtıcı değildir. Bu tuhaf durum, insan
psikolojisinin, kendisine ne tür oyunlar oynayabildiğinin çok etkileyici bir
örneğidir. Daha da ilginci, karşıt görüşleri ve grupları tahkir, aşağılama,
alay yarışına girmiş bir grubun, aynı zamanda ötekileştirmeme, demokrasi,
katılım, hoşgörü gibi kavramların da şampiyonluğunu bırakmadığına sıklıkla
rastlayabiliriz. Bu patolojiye psikoterapi odasında sık rastlanır. Orada,
zulmeden zulümden, kontrol eden kontrolden, işgal eden işgalden yakınır.
Kendisinden bu denli habersiz olmak, ancak kompleks bir psikopatoloji ile
mümkün olabilir. Bu ağır patolojiler genellikle bölümlenme
(kompartmantalizasyon) ile ortaya çıkarlar. Bu patolojide bireyler, zihinlerindeki
bir kompartmanda yana yakıla şikayet ettikleri şeyi, diğer kompartmanda bizzat kendileri
yapmaktadırlar. Zihnin bu iki yakasını bir araya getirmemeyi bir biçimde
başaran bu kişiler, çelişkili ve bölünmüş hayatlar yaşayarak hem kendilerinin
hem de başkalarının ömürlerini tüketirler. Bu patolojik zihinsel organizasyon,
kişinin kendi yaptığından tam haberdar olmamasını sağlar. Örneğin “beni işgal
ediyorsun” diyerek kocasının başının etini yiyen bir kadın, bu yolla kocasını
işgal etmektedir aslında. Yolsuzluktan en çok şikayet eden kişi, henüz o
fırsatı ele geçiremediğinden dolayı acı çekmektedir. Meslek hayatında obsesif
bir adalet takıntısına sahip bir kişi, konu karısına gelince, hak hukuk
tanımayan bir kişiye dönüşebilmektedir. William James boşuna insanoğlunun
“uyumsuz bir çokluk”tan ibaret olabileceğini söylemiyor.
İnsanın, kendi zihnindeki bu uyumsuz
birimlerin, tamamen zıt eğilimlerin varlığından habersiz olması, belki de ona
tanınmış en ilginç imkanlardan biridir. Diğer türlü kınamaktan bıkmadığımız bir
şeyi, aslında bizzat kendimizin yapıyor olmasının nasıl bir açıklaması
olabilirdi ki? Kohut da, bir
kişide farklı amaçları olan ve farklı ahlaki yargılara sebep olabilen farklı
kişilik tutumlarının, aynı kişide yan yana durmasından bahseder. Sadomazoşist
bireylerden de öğrendiğimiz gibi, insan aynı zamanda hem sadist hem mazoşist
olmayı başarabilen bir yaratıktır. James, insan zihnindeki bu uyumsuz
parçaların birbirlerini karşılıklı olarak görmezden gelmesinden daha ilginç pek
az şey bulunduğunu söylerken, daha bizim zamanımızdaki olaylara tanıklık
etmemişti.
James, bir kalabalık içinde insanların
kendilerini kaybettiklerini, yani kalabalık içindeki insanların davranışlarının,
bireysel davranışlarından farklı olduğunu da gözlemişti. Ayrıca kitlelerin,
düşünceler yerine, duygusal ve coşkulu hislerle hareket ettiğini söylemiştir.
Bu nedenle, kitlelerin davranışlarının, bireyin davranışlarına oranla daha sıkı
bir şekilde kontrol edilebileceğinin farkındaydı. Onun zamanında da (19. Yüzyıl
sonları-20. Yüzyıl başları) kitleleri yalan haberlerle öfkelendirip sokağa
dökerek, arzu edilen siyasi manipülasyonlar için gerekli zemini oluşturmaya yönelik
provalar yapılmaktaydı. Öfke ve tehdit algısı ile bir araya gelen kitlelerin, manipülasyona
çok uygun bir enstrüman olduğu 19. Yüzyılda Kierkegaard, Mill, Nietzche ve başka
düşünürler tarafından da ifade edilmiştir. Yani bu alanda Batıda, iki yüzyıldır
birikmiş bir tecrübe mevcuttur.
Tehdit algısı ile doldurulmuş yankı odası
kadar, insanoğlunun patolojik yapısını ortaya çıkarabilecek bir çevre zor
bulunur. Onunla ancak işkence odaları, aktif savaş koşulları ve diğer büyük
yıkımlar rekabet edebilir. Yankı odasında sıkıştırılan bireylerin hiper-alıcı
durumuna sokulmasının ardından, yakalanan bu haleti ruhiyyeyi kalıcı hale
getirmek için format atmak gerekir. İnsanoğlunun yazılımına dil egemen
olduğundan, format kavramlarla atılır. Gerekli kavramı zihne
yerleştirebilmek için de yine mental virüsler kullanılır. İnsan oğlunun “mem
havuzu”nda bulunan kilit kavramlarla inşa edilen bir retorik sayesinde, dışarıdan
gelen istenmeyen malumat akışını bloke etmek ve sadece istenen akışa maruz
bırakmak amaçlanır. Bir zihne doğru olan malumat akışı uzun süre kontrol edilebilirse,
zihin içeriği büyük oranda kontrol edilir ve bu beyin yıkamanın aslında en ucuz
şeklidir. Yankı odasının önemli bir işlevi de, bu malumat akışının sürekli
olmasını sağlamaktır. Belli bir süre geçtikten sonra, bu bireyler ile sağlıklı
bir iletişim kurmak hatta sakin bir görüş alış-verişini birkaç dakika
sürdürebilmek dahi imkansız hale gelir. Anlamak için sorduğunuz masum sorular
bile, sorgulama ve sataşma olarak anlaşılır ve ortam gerilir.
Bir retorik başarılı bir biçimde inşa
edildiğinde malumat akışını istenen tarafa doğru yönlendirmiş, istenmeyen
akışın ise önüne set çekmiş olur. Hazır hale getirilmiş zihinleri, keskin bir
retorik ile kıskaca almak mümkündür. Örneğin son yaşanan büyük depremde ihmal,
tembellik, lakaydlık, iş bilmezlik, acemilik, liyakatsizlik, taşralılık vb tüm
terimleri atlayıp, en uçta bulunan “örgütlü kötülük” gibi bir terim üzerinden
bir retorik inşa etmek, haklı bir eleştirel tutum olmaktan çok, beşinci kol faaliyeti
olarak değerlendirilebilir. Devasa devlet aygıtını bile isteye ölü sayısını arttırmaya çalışan,
bundan menfaati olan, milyonlarca insanın acılarını kasıtlı bir şekilde
maksimize etmeye çalışan bir terör örgütüne benzeten bu son derece sakil, gros
ve paranoid retoriğin maalesef çok sayıda alıcı bulmuş olması, kimi zihinlerin
en uç senaryolara bile hazırlanmış olduğunun işareti olarak görülebilir. Sadece
zayıf zihinleri avlayabilmesi gerekirken bu tarz uç kavramsallaştırmaların, geniş kitleler tarafından benimsenebildiğini görmek endişe vericidir.
Kontrollü bir malumat (enformasyon) akışına sürekli maruz kalan bireylerin, yankı odasında olmasalar bile, “sinaptik ağırlık”ları değişmeye başlar. Kişi bu değişimi fark etmez, çünkü bu dönüşüm kavramsal değildir. Eski adıyla yapay sinir ağları, yeni adıyla derin öğrenmede, bir işlem sonucunda istenen sonucun çıkması için nasıl ki zaman içinde sinaptik ağırlıklarla (synaptic strength) oynanıyorsa, malumat akışı da insanda bu ağırlıkları yavaş yavaş değiştirir ve bir zaman sonra kişi “ben artık şuna inanmıyorum”, “ben artık şöyle düşünüyorum”, “ben artık şuna karar verdim” gibi, sanki zaman içinde düşünülerek alınmış ve hesabı verilmiş bir kararmış gibi bir deklarasyon yapar. Sorulduğu zaman bu değişimi kolaylıkla bazı zahiri gerekçelerle ilintilendirir. Çünkü rasyonalizasyon insanoğlunun en sık yaptığı zihinsel operasyonlardan biridir; çok etkilidir. Kişilerin kendisini kandırmasının temelinde rasyonalizasyon bulunur. Yankı odasındaki kişiler için ise, malumat akışı, motoru besleyen yakıt akışı gibidir; otomatiktir, derhal içe alınır, hızlıca tüketilir, sorgulamaya vakit yoktur.
Malumat akışının kontrol
edilmesi ile kurmaca bir dünya, bir simülasyon ortamı üretmek mümkün olur. Bu
şekilde ortaya çıkan simülasyon, sürekli pekiştirilerek, içinden çıkılamaz
(aksi düşünülemez) bir hale getirilir. Farklı düşünenlere yönelik giderek artan
aşağılama ve şeytanileştirmeyi besleyecek yorum ve kurmacalar ardarda sunulur.
Dil kullanımı sayesinde insanoğlu zaten simülasyona hazır haldedir. Çevresini
saran reel dünyaya giydirilmiş bir kavramsal dünya, sıklıkla ilkinin önüne
geçer. Bu kavramsal dünyayı istenen yönde daha sofistike hale getirmek ve bu
yolla reel dünyadan uzaklaşmak, insanoğlu için sıradanlaşmış yaşantılardan biridir.
Yankı odasının büyük etkisi insanoğlunun bu yetisine dayanır. Kişinin bütün çevresini ve kütüphanesini arka
cebinde taşımaya başlamasından itibaren, bu yeti onu gerçeklikten büsbütün
koparabilecek bir güce erişmiştir. İnternet grupları, bireylere bilgi
kaynaklarını seçmelerinde ve muhalif konuları filtrelemelerinde sınırsız bir
özgürlük sağlıyarak, olağanüstü birer kutuplaşma aygıtı gibi çalışmaktadır.
Kaynaşmış bir organizmaya dönüşmenin
yanı sıra, yankı odasına kişiyi bağımlı kılan ve çıkamaz hale getiren
faktörlerden bir diğeri de narsisistik incinmeye iyi gelmesidir. Başkalarını aşağılayarak
benlik saygısını korumaya çalışmak oldukça yaygın bir savunmadır, fakat en
fazla narsisistler tarafından ve çok yaygın bir biçimde kullanılır. Narsisistin
aslında yaralı olduğu ve derin bir değersizlik hissi ile başetmek zorunda
olduğu genellikle pek bilinmez. Bu değersizlik hissini en başta narsisistin
kendisinden saklamak narsisistik kişilik organizasyonunun temelini teşkil eder.
Bu sebeple narsisist, içinden yükselen değersizlik hislerini bastırmak için,
sıklıkla başkalarını aşağılar ve hakaret eder. Bu haldeyken, mezarlıkta bağıra bağıra şarkı söyleyerek
korkmadığına inanmak isteyen kişiye benzer. Ancak uluorta aşağılamak, hakaret
etmek şık değildir, toplumda fazla tasvip edilmez. Fakat yankı odalarında
kişiler bağıra bağıra hakaret etmenin zevkini doyasıya yaşarlar. Bu haldeyken
durumları toplu katarzis ayinlerini akla getirir. İdealize ettikleri bir
nesneye coşkulu özlem ve sevgi gösterilerinin de karıştığı bu ritüele, idealize
edilen lider tarafından gökyüzünden seyredilip takdis edildikleri temaları da
eklenerek, mistik coşku ve kaynaşma (birlik hali) hali pekişir.
Bazı tweet altı yorumlarda yüzlerce kişi ard arda
birine veya birilerine hakaret ederler. Bu davranışın kesintisiz bir blok
halinde olması şâyânı dikkattir. Bir iki istisna dışında yüzlerce kişinin
üşenmeden, bıkmadan sürekli aynı şeyleri yazmasında elbette araştırılması
gereken dinamikler olmalıdır.
[1] Murphy ve ark., Psychological Science, 2019 (2018’de yapılan araştırma 2019’da yayılanmıştır)
[2]
Greenhill & Oppenheim, International Studies Quarterly, 2017
[3]https://www.theguardian.com/world/2023/feb/15/revealed-disinformation-team-jorge-claim-meddling-elections-tal-hanan
[4]
Matrix üçlemesinde, Neo isimli ana karaktere sunulan ve içinde bulunduğu simülasyondan
çıkışı (kırmızı) veya uyum göstermeyi (mavi) sembolize eden haplar.